Yüzleş- Kucaklaş- Özgürleş
Gelişim hayat boyu sürüyor. Fiziksel olarak gelişiyoruz ama içsel olarak gerçekten büyüyor muyuz acaba? Büyümenin içimizdeki çocuğu bastırmak olduğunu zannediyoruz belki de. “Çocukluk travmaları çözülmeden, gölge yanlarımıza bakmadan kendimizle kucaklaşamayız, özsaygımızı kendimizle barışmadan kazanamayız” diyor Nil Gün. Kolaycı yöntemlerin arttığı günümüzde gerçek bireysel gelişimin yolunu enine boyuna konuştuk, dünü ve bugünüyle…
Nil Gün, kişisel gelişim alanında ve spiritüel konularda Türkiye’de ilklere imza atan bir isim. Belki birçoğumuz bu kavramlarla ilk kez onun yazdığı ve çevirdiği kitaplarla tanıştık. Çekim yasası onun sayesinde girdi hayatımıza. Bireysel gelişim kavramının Türkiye’ye getirilmesine öncülük etti ve birçok yayınevine de danışmanlık yaptı. Sonra kendi yayınevini kurdu ve bireysel gelişim, sosyoloji, psikoloji, felsefe gibi alanlarda kitaplar yayınladı ve halen de yayınlamaya devam ediyor. Amerika’da eğitimini aldığı NLP, hipnoterapi yöntemlerini yine ülkemize taşıyan ve Türkiye’de ilk hipnoterapiyle suda doğum yaptıran isim oldu. 1986 yılından beri bireysel gelişimin önemini, özsaygı kazanılması için izlenilmesi gereken yolları, sağlıklı ilişkilerin nasıl kurulacağını, duygularımızın simyasını, bedenin dilini, zihni programlamanın yollarını anlatmayı sürdürüyor. Köşe yazılarıyla, radyo ve televizyon programlarıyla, CD’leriyle, kitaplarıyla, seminerleriyle hep bu alanda bizleri beslemeye çalıştı. 1981 yılından itibaren ABD’de bireysel gelişim eğitimleri vermeye başladı. Yine Amerika’da doğan “workshop” kavramını Türkiye’ye getirerek 1989 yılında Türkiye’de ilk workshop çalışmalarını başlattı. Yıllar içinde sürekli olarak kendini geliştirdiğini ifade ediyor Nil Gün ve bakış açımızı değiştirerek, emek vererek kaderimizi yönlendirebileceğimize de inanıyor. Duyguların dilini kavrarsak ve kendimizi tanırsak sağlıklı ilişkiler kurabileceğimizi söylüyor. Aşk evliliği yaptığı Saim Koç ile iş alanındaki örnek birlikteliği de bunun bir yansıması. Saim Koç ile birlikte 8 ay süren bireysel gelişim konulu eğitimler veriyorlar. “Kuraldışı Akademi” çatısı altında “Yaşam Okulu” adını verdikleri bu eğitimde; Gestalt’tan derinlik psikolojisine, NLP’den kinesiyolojiye, gölgelerle yüzleşmekten bütünsel sağlık alanlarına kadar geniş bir yelpazeye yayılan konular var.
Nil Gün, şimdilerde kolaycı zihinlerin arttığını söylüyor haklı olarak. Daha hızlı yöntemler, hap çözümler arar olduk hepimiz. “Eskiden sorun çözmeye değil kendini geliştirmeye gelirdi insanlar” diyor. “Çocukluk travmaları çözülmeden, gölge yanlarımıza bakmadan kendimizle kucaklaşamayız, özsaygımızı kendimizle barışmadan kazanamayız” diyor. Gerçek özsaygıyı kazanabilmemiz ve birey olabilmemiz için üniversitelerde okutulmayan her dersin “Yaşam Okulu”nda öğretildiğini söylüyor Nil Gün. Kendisinin en büyük hedefi ve hayali de Özsaygı eğitiminin okullarda ders olarak okutulması. Özsaygı gelişimi, bilinçli bir insan, bilinçli bir ebeveyn olmak, çevre bilincine sahip bilinçli bir yaşam sürmek ve sevgiye dayalı ilişkiler kurabilmek ve sürdürebilmek için ön koşul. Yalnızlık duygusunun da bir numaralı doğal ilacı. Bu tarz çalışmalara “kişisel gelişim” demeyi sevmiyor, “bireysel gelişim” olarak tanımlıyor bu alanda yaptıklarını. Spiritüelliğin de içe bakmayla, öze olan saygının farkındalığıyla birlikte kendiliğinden gelişen maneviyat olduğunu hatırlatıyor bize. Yılların tecrübesinden faydalanalım dedik ve Nil Gün’e bireysel gelişimin, spritüelliğin dünü ve bugününü sorduk.
Kişisel gelişim deyince sizin isminizi bilmeyen yoktur sanırım. Bu konularla ilgilenen herkesin evinde size ait bir kitap veya CD bulunuyordur diye düşünüyorum. Nasıl başladınız?
1985 yılından itibaren haftalık düzenli konferanslar vermeye başladım. 1989 yılından itibaren de workshopları yapmaya başladım. O zamana kadar bu konuların Türkiye’de esamesi yoktu. O zamanlar Erkekçe dergisinde çalışıyordum. İlk kez orada psikoloji ve spiritüellikle ilgili konular yazmaya başladım. Çok ilgi gördü. Daha sonra da Güneş gazetesinde köşe yazısı yazmaya başladım. Orada da bu tür bireysel gelişim konularını özgürce yazdım. O zamanlar Türkiye’de bu konularla ilgili kitaplar da yoktu. Amerika’ya gidiyor, bavuluma kitapları dolduruyordum. Türkiye’de yayınevlerini dolaşıp durdum “bunu basın şunu basın ” diye. Bir yayınevini zar zor ikna ederek Türkçe’ye çevirdiğim “Düşünce Gücüyle Tedavi” kitabının basılmasını sağladım. Bir başka yayınevine Türkçeleştirmek için bir sene harcadığım “Ramtha” kitabını verdim. Aslında bu kitap benim ilk Türkçe çevirimdi. Daha sonra bu iki kitabın da sayısız baskıları yapıldı ve halen yapılıyor. Diğer basılmasını istediğim kitaplar için de çok çaba gösterdim ama sonra baktım olmuyor kendi yayınevimi kurdum.
O dönemlerle bugünü kıyasladığınızda neler görüyorsunuz? Şimdi rafları en çok kişisel gelişim kitapları dolduruyor…
O dönemlerle bugünü kıyasladığımda şunu görüyorum; o zaman insanlar bir yerlerini tamir etmek için gelmiyorlardı. Gelişmek için geliyorlardı, en büyük fark buydu. O dönemdeki insanlar “şu sorunum var, bu sorunum var, nasıl iyileştiririm “gibi nedenlerle gelmiyorlardı. Şimdi ise sorun çözmeye geliyorlar. Fakat o zamanlar kendilerini geliştirmek için bir soruna ihtiyaç duymuyorlardı. Ben bireysel gelişim diyorum, çünkü bu kişisel gelişimden farklı bir şeydir. Bunun altını çizmek istiyorum. Dünyaya gelen her insan bir kişidir, doğduğunda kişi olursun. Dünyada sekiz milyar insan varsa sekiz milyar kişi var. Ama kaç birey var? Birey olmak kişinin kendisini geliştirmesine bağlıdır. Sadece doğmuş olmak yetmiyor. Fiziksel boyutta gelişirsin, yasa önünde yetişkin kabul edilirsin ama duygusal, zihinsel ve ruhsal boyutta gelişmek tamamen kendi çabana bağlıdır. Dünya yetişkin bedenine sahip çocuklarla dolu. İşte o dönemlerde bireysel gelişim eğitimleri vermeye başladığımda daha bilinçli insanlar geliyorlardı. Bugün o dönem gelen insanların neredeyse hepsi bir yerlerde eğitmenlik yapıyor hala. Çünkü emek harcıyorlardı. Benim verdiğim eğitimler motivasyona dayalı eğitimler değil, yüzleştirmeci eğitimlerdir. Çünkü kendinle yüzleşmeden kendinle kucaklaşamaz ve özgürleşemezsin. İnsanlar daha hazırdı kendileriyle yüzleşmeye. Şimdi yine böyle bir kesim var elbette, fakat çoğu insan daha çok sorun çözme odaklı. Çünkü kolaycılık arttı dünyada. Hap çözüm arayanlar çoğaldı. Şimdi gencecik insanlar antidepresan kullanıyor. Kolay çözüm arıyorlar, emeksiz ödül istiyorlar. Hap çözüm ararsan hapı yutuyorsun. Ya da çok kısa bir eğitimle alınan uzmanlık sertifikalarına ne demeli?
Eğitimlerimde de söylüyorum; “Kolaycı zihinler çıkarcı zihinlerin kurbanı olur.” Kolay çözüm aradıkları için av olurlar. Bu dünyada da böyledir aslında. Herhangi bir şey ilk kez geldiğinde ve özellikle bilinmeyen konularda bir pazar oluşur. Eğer sen de bu konularda yeniysen ve henüz iyi ile kötüyü ayırt etme yeteneğine sahip değilsen; zaman içinde düşe kalka, deneye-yanıla gözlerin karanlıkla aydınlığı ayırt etmeyi öğrenir.
Ayırt etme nasıl gelişir? Bu konuda tavsiyeleriniz var mı?
İnsanlar kendi frekansına ve potansiyeline uygun olan bir öğretmene, eğitmene çekilir. Ayırt etme ise düşe kalka olur. Çünkü kimisi gelişmek istemiyor sadece oyalanmak istiyor. Seminer seminer, workshop workshop geziyor. Kolay yol yani emeksiz yol, çabuk yol ya da minimum emekle elde edilecek doyum arayışı, gerçek dönüşümü isteyenlerin yolu değildir. Bu, hayatın her alanında geçerli. Aslında kolaymış gibi görünen yol en “imkânsız “yoldur. Çünkü uzun vadede sana yarar sağlamaz. Kolayı seçenler olduğu gibi zoru seçenler de var. Her çalışma aynı emeği gerektirmiyor. Bazı çalışmalarda daha pasif olursun, birileri senin adına bir şeyler yapar, ki en az yarar bundan sağlanır. Geçici yara bandı çözümler olabilir bunlar. Sen ne kadar emek harcıyorsan kazancın o kadar olur. Emek vermek ve zaman ayırmak çok önemli. Çünkü insanlar değer verdiği şeye zaman ayırırlar, para ayırırlar ve emek veririler. Zaman, para ve emek. Bu üç şeyi nelere yatırıyorsan onlar senin önceliğin ve senin değer verdiğin şeylerdir. Özellikle “en az” sahip olduğun şeyin yatırımını nereye yapıyorsan, hangi alanda kullanıyorsan, o senin önceliğindir. Bu, “en az” şey senin için zaman ya da para olabilir. Yine de ikisini de bir yerlerde kullanıyorsun, değil mi? Eğer kendine değer veriyorsan kendine yatırım yaparsın. “Zamanım yok.” “Param yok” deniyor ya. O zaman bir dönüp bakmak lazım zamanını nasıl ziyan ettiğine. Çok insan zamanı öldürüyor. Aslında zamanı değil hayatı, kendi hayatını öldürüyorsun. Zamanı nasıl değerlendiriyoruz ona bakmamız lazım. Sigara almaya, maça gitmeye, o vitrindeki elbiseyi, çantayı almaya param var ama kitap almaya param yok ya da okumaya zamanım yok. O zaman önceliğim sigara, maç, elbise, çanta; kendimi geliştirmek değil. Evet, huzur istiyorum, neşe istiyorum, keyif istiyorum ama bu gökten zembille inmiyor. Hayatında bu istediklerimize sahip olan insanları da gözlemlememiz lazım. Onların öncelikleri neler? “Benim önceliklerim neler?” sorusu önemli bir sorudur. Kendini gerçekten tanıman için, hoşlanmayacağın boyutlarınla da yüzleşmen gerekiyor. İnsanlar esas ondan korkuyor. Güçsüz olmaktan korkmuyor, daha çok güçlü olmaktan korkuyorlar. Çünkü güçlü olmak sorumluluk getiriyor. Diğer türlü “başkalarını suçla ve mazeret üret”. Bu kolay yol.
Bireysel gelişim ile kişisel gelişim arasında nasıl bir fark var?
Kişisel gelişim en iyi haliyle sadece yeterlilik duygusunu geliştirir. Becerilerini arttırırsın. Bireysel gelişimde ise bir şeyler ilave edilmez, tam aksine arınırsın, eksilirsin, özüne inersin. Sırtından küfeyi attığında birey olursun. Elbette bakış açını genişletirsin, kendi duygularının, düşüncelerinin ve davranışlarının sorumluluğunu almayı öğrenirsin. Hayatının sorumluluğu sendeyse güç sendedir. Burada kendi hayatının sorumluluğunu almaktan bahsediyorum, başkalarının değil. Çoğu kişi hayatında sürekli ya suçlar ya da mazeret üretir, yani kurban rolü oynar. Fakat bu iki davranış kalıbı hayatında olduğu sürece birey olman mümkün değil. Bu sorumluluğu almadığımızda gerçek huzuru bulamıyoruz. Mesela mutluluk geçici bir şeydir. Mutlu olduğumuz ve mutsuz olduğumuz anlar vardır ama hepsi de duyguların doğası gereği geçicidir. Gerçekte insan mutluluk aramıyor huzur arıyor. Tüm insanların esas aradığı şey huzurdur, iç özgürlüktür.
“Acı çekme korkusu acının kendisinden daha büyük”
İç özgürlük nasıl kazanılır?
Çocukluk yaraları tedavi olmadan gerçek anlamda iç huzurunu ve özgürlüğü bulmak mümkün değil. Bizim hayatımız temelde ana rahmindeki dokuz ay ve artı altı yılda şekilleniyor. Bu şekillenmenin % 80’i de ilk üç yaşta oluyor. İstesek de istemesek de, inansak da inanmasak da hepimizin bilinçaltında derin çocukluk travmaları var. Çocuğun travmatik bir şey yaşaması için illa ki bir şiddet görmesi, dayak yemesi, tacize uğraması gerekmiyor. Annesini bir alışveriş merkezinde kaybettiği ve onu bulamadığı birkaç dakika içinde yaşadığı şey de bir travmadır mesela. Bu birkaç dakika biz yetişkinler açısından çok önemsiz görünür. Hatta şakaya bile vurabiliriz. Ama çocuğun daha önce yaşadığı olumsuz deneyimlerin üstüne gelen bu travma, onu diğer bir çocuğa göre çok daha derinden etkileyebilir. Çocuğun kendisini güvende hissetmediği her an bir travma yaratabilir. Bugün otuz küsur yıllık workshop deneyimimden sonra hala ağzım açık dinlediğim çocukluk travmalarının duygusal ve yaşamsal sonuçlarına tanık oluyorum. Hala “bu da olabilir mi?”diye hayret ettiğim şeylerin paylaşımlarını, anlatanların hıçkırıkları arasında dinliyorum. Hepimizin değişik travmaları var. Ancak bu yaraları iyileştirdikten sonra daha derine dokunabiliriz. Bunların etkisiyle ne kendi çocuklarımızla, ne eşimizle ne de arkadaşlarımızla yakın ilişkiler kurabiliyoruz. Çünkü bu yaralar özümüze yaklaşmamızı engelliyor. Bu yaralar acıyor çünkü. Ve onların etkisiyle “dokunma bana” diyoruz hala bilinçaltımızda. Yarana dokunamazsın çünkü acır ve tedavi etmek de istemezsin acıyacağı için. Oysa acı çekme korkusu acının kendisinden daha büyüktür.
Çocukluk travmalarının iyileştirilmesi için terapi mi almamız gerekir sizce?
Yaralı kişinin yaraları acırken kendisine karşı objektif olması zordur. Bir insanın kendi kendine kendisini iyileştirmesi zordur. Neden? Çünkü kendinde dışarıdan görülebilen pansumanlık bir yara varsa kişi pansumanını kendisi yapabilir ama kendi kendini ameliyat edemez. Bir cerrah bile kendisini ameliyat edemez. Başka bir cerrahın uzmanlığına ihtiyaç duyar. O nedenle nasıl ki ihtiyacımız olduğunda bir avukata gidiyoruz, herhangi bir öğretmene gidiyoruz bu da öyle. Her şeyi kendimiz yapamayız. Gerçek terapi ve gerçek eğitim bir ve aynı şeydir. Bireysel gelişim bir lüks değil. Çünkü gelişim lüks değil, gereklilik. Ya gelişirsin, ya gerilersin. Bir canlının değişmeden aynı kalması mümkün değil.
“Acıların sağından solundan teğet geçerek özgürleşemezsin, ancak içinden geçerek onlardan özgürleşebilirsin.”
Spiritüellik nedir?
Aslında bunu sözle anlatmak çok zor. Çünkü bu bir deneyimdir. Örneğin aşkı anlatamazsın. Kitaptan okuyarak da aşkı öğrenemezsin. Âşık olman lazım ki aşkı bilesin. Spiritüellik derin psikolojidir, bütünün bir parçası olduğunun derinden idrakıdır. Spiritüellik bireysel bir yolculuktur aynı zamanda. Kimsenin kimseye gösterebileceği bir yol yoktur. Spiritüel bilgileri biriktirmek bilgeliği sağlamak bir yana, spiritüel kibir yaratır. Bilgi, tıpkı eşyalar gibi kullanıldığı zaman bir değer ifade eder. Satın aldığımız kazağı soğuk bir havada giymeden çıktıysak üşürüz. Gardırobumuzda kazağımızın olması bir şey ifade etmez. Edindiğimiz yeni bilgiler de ihtiyaç duyulduğunda kullanılmıyorsa bir değer ifade etmez. Kazağı ne zaman giyeceğimiz de önemlidir. Sıcak bir havada kazakla dolaşmaya kalkmak hiç de akıllıca değildir. Yerli yerinde kullanılan bilgi yaşamımızın kalitesini artırır. Bilgelik arınmayı gerektirir. Psikolojik çalışma bir başkasının desteğiyle olabilir ancak. Tıpkı sevgi gibi, bir başkasına yönelmeyi gerektirir. İç dünyanda temizlik olduğu zaman, zaten doğal olarak manevi boyutun gelişir. Spiritüellik denen şey maneviyattır. Bu zaten Ayşe’ye lazım, Fatma’ya lazım olayı değildir. Spiritüellik bizim mayamızda var, doğanın kendisi bu. Zaten hepimiz spiritüel varlıklarız. Bu boyutu geliştirebilmemiz için de önce alt yapı gerekiyor. “Bir ben var benden içeri” sözünün anlamını bilmek için önce Ben’in ve Ego’nun farkını, gurur ve onur kavramlarının ayrımını bilmeliyiz. Bu Ben’e ulaşabilmek için de etrafındaki yaraları iyileştirebilmemiz gerekiyor. Acıların sağından solundan teğet geçerek onlardan özgürleşemezsin, ancak içinden geçerek özgürleşebilirsin.
Günümüzde çok fazla teknik, yöntem ve çeşit çeşit enerji çalışmaları mevcut; seçenek çok olduğunda doğru adımları atmak konusunda netleşemiyoruz çoğu zaman. Bu konuda nasıl bir yol izlenmeli?
San Francisco’da uzun yıllar yaşadım. 70’li 80’li yıllarda. Orada bu tarz konularda önce fiziksel ve psikolojik çalışmalar yapılırdı ve daha sonra spiritüel çalışmalara geçerdin. Yani spiritüellik bir çatıdır, taban değildir tavandır. Altyapısı dolu değilse ve kişi kendisiyle yüzleşmemişse, kendi gölgeleriyle kucaklaşmamışsa, spiritüellik havada kalan bir şey olur. Ya da gerçeklerden bir kaçış yolu olur.
Bireysel gelişim denen şey aslında insanın kendisini yeniden değerli, yeterli ve yararlı hissetmesi demektir. Yeterlilik duygusunu bir takım şeyler “yaparak” kazanabiliriz ancak değerlilik duygusu “olmak”la ilgilidir. Psiko – sosyal gelişim sürecimizde, değerlilik duygumuzun ana kaynağı anne oluyor ve üç yaşına kadar temelleri atılıyor. Yeterlilik duygusu ise baba ile ilgili ve onun temelleri de 3-6 yaşları arasında atılıyor. Aslında tüm sorunlarımızın, nevrozun kaynağı, psiko -sosyal gelişim aşamalarında karşılanmayan duygusal ihtiyaçların yarattığı gelişim bozukluğuna dayanıyor. Bu nedenle o duygusal yaşlarda takılı kaldığımız için bir türlü büyüyemiyoruz. Bencilliğimizi aşamıyoruz. Takvim yaşımız ne olursa olsun çocuk kalıyoruz. Çocuklukta yeterince karşılanmayan sevgi, takdir, onay, şefkat ve destek ihtiyacımızı umutsuzca hala anne babalarımızdan, anne baba yerine koyduğumuz insanlardan, eşlerden, sevgililerden, kendi çocuklarımızdan, arkadaşlarımızdan, evcil hayvanlarımızdan, torunlarımızdan, Tanrı’dan karşılamaya çalışıyoruz. Sevilmek, onaylanmak, kabul görmek, değer verilmek, ilgilenilmek istiyoruz her birimiz; ama bunları talep ettiğimiz kişilerin de benzer ihtiyaçları olduğunu unutuyoruz; onlar da yetişkin çocuklar. Ne yazık ki neredeyse hiçbirimiz bilinçli ebeveynler tarafından yetiştirilmedik. Araba kullanmak için ehliyet gerekiyor. Çocuk yetiştirmenin de ehliyeti olmalı. İnsan arabadan daha mı önemsiz? İşte şimdi biz, kendimiz içimizdeki çocuğu yeniden sağlıklı bir şekilde büyütmek zorundayız. Ama önce, olanı olduğu gibi görmek, kendi gerçeğimizle yüzleşme cesaretine sahip olmamız gerekiyor. Bu olmadan ileri gidemezsiniz. Çoğu insan, kendisiyle yüzleşmeye gerek kalmadan gelişebileceğini sanıyor. Yok böyle bir şey. Aslında insan inandığından daha cesur, göründüğünden daha güçlü, düşündüğünden daha zekidir. Başarılı insanlar da korkar, endişelenir, şüpheye düşer, yalnızlık hissederler ama bunların kendisini durdurmasına izin vermezler. Yaşam cesurları seviyor. Gelişim hayat boyu sürer. Hayat boyu öğrenciyiz. Hayatın öğrencisi. Bireysel gelişimi, bir tekniğe, yönteme, bir enerji çalışmasına indirgeyemeyiz. O kadar kolay olsaydı, herkes yapardı. Gelişim kendimizi sorgulamakla başlar; başkalarını değil. Doğru bildiklerim ne kadar doğru? Doğrularım beni besliyor mu, sınırlıyor mu? İlk basamak farkındalık, ikinci basamak gerçeği kabul, üçüncü basamak aksiyon. Hayat, anbean yapılan seçimler dizisi. Yüzleş- kucaklaş- özgürleş. Bu mottoyu benimsemek de bir seçim. Hayatımızdaki değişim sürecine kendimizi adamamız gerekir. Hayatımızdaki en önemli şey bu olmalı. Çünkü hayatımız gerçekten bundan ibaret. Kendimizin en iyi versiyonu olabilmek. Zihnen, ruhen ya da bedenen sağlıklı değilsek kendimizi şifalandırmaktan daha önemli ne olabilir? Hayatımızın kontrolü bizde değilse, ilişkilerimiz iyi gitmiyorsa, zamanımızı, enerjimizi, paramızı yatıracağımız daha öncelikli şey ne olabilir?
Bir insan olarak olabileceğimiz en yüksek versiyona, potansiyele ulaşmayı hak ediyoruz. Buna ulaşmanın tek yolu kendimize, bireysel dönüşüm sürecimize olan adanmışlığımızı karşımıza çıkabilecek her engele rağmen sürdürmektir.
Bakış açımızla hislerimiz arasında nasıl bir ilişki var?
Hisler bakış açısıyla değişiyor. Örneğin sevgilinle pikniğe gittiğinde yağmura yakalandıysan yağmura öfke duyuyorsun. Çünkü bakış açın yağmurun senin pikniğini bozduğu yönünde. Ama diğer taraftan yağmur bekleyen bir çiftçi aynı yağmura bereket diye bakıyor, o mutlu oluyor. Olayın kendisi değil sorun, çünkü olaylara gösterdiğimiz tepkiler bakış açımız doğrultusunda oluyor. Bakış açısı her şeyi değiştiriyor. Aptal insanla bilge insan arasında, sıradan insanla gelişkin insan arasındaki tek fark bakış açısı. Herkes aynı şeye baksa da herkes farklı şey görür, farklı bir şey algılar. Daha geniş baktığımızda seçimlerimiz çoğalıyor, dar baktığında ise seçimsizsin. Tek seçim, seçimsizliktir. Bu durumda kendi içinde çelişki yaşıyorsun. Fakat bakış açını genişletip birden fazla seçim gördüğünde özgürleşiyorsun.
Kendimizle yüzleşmek, bir bakıma kendimizi keşfetmek de demek. Kendimizi keşfetmekten korkuyor olabilir miyiz bu durumda?
Kendimizle yüzleşmeye korkuyoruz. İçinden bir öcü çıkacak diye korkuyor çoğu kişi. Yaptığım çalışmalarda bunca zaman boyunca içinden öcü çıkan kimseyi görmedim oysa. Neden korkuyor? Çünkü kendisini sevmiyor aslında. Egosunu “ben” sanıyor. Gizlediği, kendisini mükemmel gösterdiği tarafları var, kendisine güvenmediği tarafları var. Hep sorarım ben, “sen bir başkası olsaydın kendini arkadaş olarak seçer miydin?” diye. Eğer sen kendini arkadaş olarak seçmezsen kimseyle de yakın arkadaşlık kuramazsın. Çünkü keşfedilmekten korkarsın. “Keşfedilirsem beni sevmeyecekler” diye düşünürsün. Bu da içindeki yalnızlık korkusunu büyütür. Yalnızlık duygusu, insanların en çok korktukları ama kendi kendilerini mahkûm ettiği duygudur. Oysa gelişimin arttıkça tek başına kalmaktan hoşlanırsın, bu yalnızlık duygusu değildir. Çünkü gelişim, yaratma, üretme tek başınayken olur. Üstelik geliştikçe daha yakın ama daha az sayıda arkadaşlıklar kurarsın. Duygu, düşünce ve davranış boyutunda çıplak olabileceğin insanlarla ilişkide olmaktan hoşlanırsın. Örneğin, eğer hayatında bir partner varsa ve o senin en iyi dostun değilse, o kadar gideceğin yol vardır.
Partner demişken… Mutlu ilişkiden bahsedelim biraz da. Sağlıklı bir ilişkinin koşulları nedir?
Mutlu ilişki kendini iyileştirmekle olur. Her iki taraf da emek veriyorsa ve birbirine özen gösteriyorsa yürür ilişki. Özensiz sevgi olmaz. Mesela eşime söylediğim bir söz vardır, “ben seninle birlikteyken kendimi daha çok seviyorum” derim. Seninle birlikte kendimi daha çok seviyor olmam bu ilişki ile beslendiğimi gösterir bana. Çünkü ilişkiler ya besler ya tüketir. İlişkilerin bir amacı da kendi negatif ve pozitif taraflarını birbirine yansıtmak, bilinçaltını görünür hale getirmektir. Dost olmak demek çatışmamak veya fikir ayrılığı olmaması demek değildir. Eğer bir ilişkide hiç çatışma yoksa o ilişki bitmiştir zaten. Dostlar birbirine sevgi ve saygı duyar, güvenir. Elbette fikir ayrılığı yaşayabilirler. Yaşamalılar da. Bizim de Saim ile fikir ayrılığına düştüğümüz, farklı düşündüğümüz konular oluyor zaman zaman. Aksi durumda birbirimizden öğreneceğimiz ne kalır ki? Çünkü onun düşüncesi bana başka bir kapıyı açıyor, başka bir şeyi gösteriyor. Aynı şekilde benim düşüncem de ona başka bir şeyi gösteriyor. Böylece ikimiz de gelişiyoruz. Beni mutlu etme sorumluluğu ve görevi partnerimde değildir. Ben mutluysam zaten mutluluğumun ışığını ona yayarım, o da bana yayar. Her iki taraf da duygularının sorumluluğunu almak zorunda. İlişkiyi bitiren ilk şey suçlamaktır.
Peki, suçlama olmaksızın ilişkilerimizi iyileştirmek nasıl mümkün olur? Anlaşmazlıklar olduğunda çatışma yaratmadan nasıl birbirimizi anlayabilir ve sağlıklı bir iletişim kurarız?
Suçlama ve mazeret çocuk bilinç boyutunun işidir. Yetişkin sorumluluk alır. Suçlama sorumluluğu başkasına yıkma çabasıdır. Suçlama ile hangi ilişki iyileşmiş ki bugüne kadar? Suçladığında karşı taraf otomatikman savunmaya geçer. Bu da ilişkiyi yıpratır. Hiçbir çatışmada sorumluluk dağılımı bir tarafta yüzde yüz, diğerinde yüzde sıfır olmaz. Bir çatışma yaşandığında partnerinin sorumluluğu yüzde doksan dokuz bile olsa senin de yüzde bir sorumluluğun vardır. İşte bu “yüzde bir” sorumluluk için özeleştiri yapman gerekir. Neyi farklı yapabilirdim? Nasıl farklı bakabilirdim? Sorunlar olaylardan değil, olaylara verdiğimiz tepkilerimizden kaynaklanır. Olayları ve kişileri suçladığımızda kendi tepkilerimizin sorumluluğunu almıyoruz demektir. Olayları ya da sonuçları değiştiremesek bile tepkilerimizden sorumluyuz. Hatamızı kabul etmek ve özür dileyebilmek olgun bir davranıştır. Kişileri yumuşatır ve yakınlaştırır. Affetmek de öyle. Affetmek, kendimizi sevme yetisini kazanmaktır. Suçluluk duygusu içindeki insanın en zorlandığı şey kendini affedebilmesidir. Bireysel gelişim kendini sevmeyi öğrenme yolculuğudur. Ah, bunu bir anlasak… Bir şey daha; kendini anladığında ve kendini sevmeyi öğrendiğinde başkalarını daha iyi anlar ve seversin. Her şey sende başlıyor. O yüzden bireysel gelişim, maddi olarak sahip olduğunda mutlu olacağını sandığın her şeyden daha öncelikli. Sevgisizlik kişiyi bencil yapar. Bencil olmak, bir şeyin eksikliğinden ya da kıtlığından kaynaklanır. Çok az sevgiye sahip olanlar o sevgi kırıntılarını da kaybetme korkularından dolayı kimseye sevgi veremezler. Verebileceğin sevgiyi önce kendine vermeyi başarman gerekir ki başkalarına verebilecek sevgin olsun.
Son olarak… Çekim yasası diyelim… Size hep sorulan bir soruyu tekrar edeceğim sanırım. Başka bir açıdan yaklaşmak istiyorum. Çekim yasasına bilinçli yaratıcılık da diyoruz. Fakat bir yandan da teslimiyet kısmı var inanç yasasının. Bu noktada bir paradoks söz konusu oluyor bazen. Hangi noktada bilinçli yaratma hangi noktada teslimiyet?
Aktif teslimiyet denen bir şey vardır. Sen bir şeyin olmasını istersin ve onun için elinden geleni yaparsın. Buna rağmen yine de olmazsa o vakit bırakırsın zamana. Ama ben hiçbir şey yapmayayım, armut piş ağzıma düş bekleyeyim, bu çekim yasası değildir. Ben elimden geleni yapıp sonuca bağımlı olmaksızın emek veririm. Sonuca bağlı düşünmeden bir şey yapabilmek önemli. O konuda elimden geleni yapıyorum ve ondan sonrasını akışa bırakıyorum. Bu hayatın sorumluluğunu almaktır. Ne istiyorsan onu çekmiyorsun, neysen onu çekiyorsun. İstediğimiz şeye zaten sahip olduğumuzu içimizde hissettiğimizde sahip oluruz. İstediğini değil beklediğini çekersin. İnsanlar milli piyangodan para kazanmak ister. İsterler de gerçekten kazanmayı beklerler mi? İçtenlikle inanmazlar ki kazanacaklarına. Bu inanç yürekte oluşan bir şey. Ismarlama olmuyor. İstiyorum demekle olmuyor.
Aslında bilinçli inançlarınla çekmiyorsun bilinçaltı inançlarınla çekiyorsun. Diyelim ki bilinçle bir şey istiyorsun ama bilinçaltınla farklı bir şeye inanıyorsun ve ikisi çatışıyor. Bu durumda çektiğin şey bilinçaltındaki olur. Evrensel yasalar tıpkı yerçekimi gibidir, farkında olsak da olmasak da, inansak da inanmasak da bizi etkiler.
POZİTİF DERGİSİ 2019/04 TARİHLİ 32. SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
Röportaj : Burcu Öztınaz Kömürlü