İnsanlık “senden” çok şey bekliyor
Yıllarca sorgulamadan inandıklarımız, boyun eğdiklerimiz var ve hiç başka türlü bakmadığımız için görmediklerimiz. Aynı dili konuştuğumuz halde anlaşamadıklarımız var. Bir yerlerde bir terslik var ama ne? İnsanlık olarak yeni bir düzleme geçebilmemiz için, kendimizden başlayarak her şeyi sil baştan sorgulamanın vakti. 15 yıllık sessizliğini bozan, Levh-i Mahfuz’un yazarı buRAK özDEMİR ile özel bir röportaj gerçekleştirdik.
2006 yılında “Tanrı’nın Doğum Günü” adlı bir kitapla başlayan sıra dışı bir serüven, ardından gelen ikinci, üçüncü kitapla devam ediyor. Sonra bu kitaplar birleşiyor adı Levh-i Mahfuz oluyor ve o kitabın kapağında Binyılın Kur’an tefsiri yazıyor. İslam tarihinin en kadim sırlarına yeni açıklamalar getiren bu kitabı bilenler biliyor. Hani şu 1500 sayfalık parlak gri kapaklı, üzerinde kırmızı kurdelası olan kitap. Kitabın yazarı, daha doğrusu kendi deyimiyle kitabın ilk okuyucusu ve hamalı olduğunu söyleyen buRAK özDEMİR, 15 yıllık sessizliğini sonunda bozuyor. İyi insanların içindeki Gücü aktive edecek bilginin geldiğini söylüyor ve “gelin hep birlikte yeni bir dünya yaratalım, yetkimiz var” diyor. Sürece bambaşka bir boyut kazandıran son kitabı “Güne Eş Dil” de dahil olmak üzere her şeyi tüm açıklığıyla konuştuk kendisiyle. Soğuk ama güneşli bir günde Caddebostan sahilinde…
Tanrı’nın Doğum Günü (Levh-i Mahfuz’un ilk cildi), “Dona” isimli bir varlıkla chat’leşen “Ben”in diyalogları üzerine kurulu. Konu varoluş, Kur’an, İslam ve dinler tarihinin en kadim sırları. Amaç kitabı okuyanların zihnindeki “Tanrı imajını değiştirmek” olsa da, aslında bundan çok daha fazlası olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kitabın amacı insan ile Tanrı’yı barıştırmak. Aslında barıştırma kelimesi de yetmez. Kişinin Tanrı’sıyla sevgiyle, bir daha kopmamak üzere, sımsıcak bir biçimde sarılabilmesini sağlamak. Kitapta Tanrı ile hesaplaşan bir Ben var. “Ben” her okuyucuyu temsil ediyor. Tanrı’ya istediğiniz soruyu sormanıza izin verildiğini düşünün. Hayatla ilgili aklınıza yatmayan her şeyi liste yaptığınızı düşünün. İşte kitapta Tanrı’yı görsem sorarım dediğiniz soruların hepsinin yanıtları var. Kitabın kapağını açan kişi kendi Tanrısı ile yüzleşmeye başlıyor. Kitabın aslında iki eksenli bir amacı var. Önce sizin hayatınızda içsel olarak bir şeyleri değiştirmek, bireysel olarak sizi özgür, yaratıcı ve korkusuz bir insan haline getirmek. Ben bu kitabın ilk okuyucusuyum. Levh-i Mahfuz’un beni nasıl geliştirdiğini anlatamam. Fakat hayat güzelleşmiyor. Çünkü bireysel olduğu kadar aynı zamanda sosyal ve hatta küresel bir gelişme de olmak zorunda. Bu kısım daha önemli. Örneğin, kendim içsel olarak cennetteyim, fakat evladımla ilgili bir derdim var. Çünkü sadece dinin değil herşeyin kodları kırık. Dünyada ideal hiçbirşey yok. Ruhumun sanatçı tarafı öfke enerjisiyle çalışır. Sinirlendiğimde öfkemi güzel enerjili üretimlerime yükleyebiliyorum. Hayatın sırrını buldum ama el kadar çocuğu kötülükten koruyamıyorum. Artık 15 yıl sessizlik yok, dağa taşa, yüzünüzü nereye dönüyorsanız oraya, sorularınızın cevapları, sorunlarınızın çözümünü Levh-i Mahfuz’da yazacağım. Her dilde yazacağım bunu. 2006 yılında böylesine tarihi bir gelişme oldu ve bunu pek çoğunuz şimdi duyuyor. Sessizliğim benim hatam. İşte şimdi daha çok sinirlendim kendime (gülüyor). İlk günden beri beni tanımadıkları halde yanımda olduğunu hissettiren, bu kitaba sahip çıkan güzel insanlar var. Ben de artık onlara ayak uydursam iyi olacak dedim. İşte buradayım. Pozitif, tatlı bir dergi buldum burada…
Binyılın yeni Kuran tefsirinin her insanda farklı etkisi oluyor. Kimseyi tek tipleştirmiyor. Levh-i Mahfuz, modern zamanların ilk Tanrı elçisini ortaya çıkarıyor. Onun adı “ben”. 2000 yıl önce dünyaya İsa adlı bir peygamberin gelmesi için bir sebep varsa, bugün Tanrı’nın elçiler göndermesi için 2000 sebebi daha var. Kurtarıcıları mitolojik birer kahraman olarak bekleyenler, beklemeye devam etsinler. Mesih’ler, Mehdi’ler bir değil milyonlarcalar. İyi insanların içindeki Gücü aktive edecek bilgi geldi. Dünya eksen değiştiriyor.
Levh-i Mahfuz, modern zamanların ilk Tanrı elçisini ortaya çıkarıyor. Onun adı “ben”. Kurtarıcıları mitolojik birer kahraman olarak bekleyenler, beklemeye devam etsinler. Mesih’ler, Mehdi’ler bir değil milyonlarcalar.
Kitap okuyucunun inanç sistemlerini sorgulatıyor. Peki kimler için bu kitap?
Bu kitap değişime hazır, inançlarını ve inançsızlıklarını sorgulamaya açık herkes için. Yaşamak isteyenler için. Dünü, bugünü ve yarını güzelleştirmek isteyen herkes için. Ancak bu süreç bir el yağda bir el balda olacak zannedilmesin. Bedeller var ödememiz gereken. Yaşadığınız her gün için zaten bedel ödüyorsunuz. Hiç olmazsa bunları, inandığınız, sorguladığınız şeyler için ödeyin. Binyılın Kuran tefsirinin çok büyük bir okuyucu kitlesi ex-ateisttir. Kitap birinci sayfada bir ateisti teslim alıyor. Aynı ‘ben’. Sonra yavaş yavaş içindeki şeytanın tüm vesveselerini kusturuyor, onları tek tek çürütüyor ve kişiyi Tanrı’nın sevgisiyle dolduruyor. İnançsız olarak teslim alınan kişi kitabın içinde çeşitli badirelerden geçtikten sonra Tanrı’nın bir elçisi olarak çıkıyor. Amaç kişinin Güç ile barışması. Kitap şu mesajı veriyor: “Güçle barış, onu sevgiyle kucakla çünkü o seni ilk günden beri sonsuz bir sevgiyle çevreliyor. Onunla konuş. Ondan cesaret al. Onun ilminden payını iste ve harekete geç. Çünkü insanlık “senden” çok şey bekliyor. Tanrı’nın adı konmamış ilkesidir bu. Elçisi yoksa, Tanrı da yoktur. Sözcü geldiyse, kutlamaya hazır olun. Tanrı’nın doğum gününü. Dünya kırılıyor, böyle zamanlar için söyleyecek bir sözü olmayan hiçbir varlığın kutsallığından söz edilemez. Yok hükmündedir..
Kitabın kendi kişisel eseriniz olmadığını, ilhamla alınmış bir bilgi olduğunu söylüyorsunuz. Bir insanın bir kitaba Levh-i Mahfuz ismini koyması büyük bir cesareti de gerektiriyor. Bu cesaretin kaynağını sormak istiyorum.
Bu kitabı ben yazdım, ben, ben, ben diyerek kendime fazladan değer atfetmek istemiyorum. Alkışlar evrenin ilham perilerine gitmeli, ben hamalıyım bu kitabın. Levh-i Mahfuz’un hamalı olmaktan onur duyuyorum. Bu kitabın ilk okuyucusuyum. Kitabı kaleme alan benim ama yazarı ben değilim. Bu süreç içinde kitabı yaşayan oldum ben. Cesaretimin kaynağı elime tutuşturulan ilimdir. Huruf-u Mukatta yani Koparan Harflerdir. Kur’an insanlığın ve tek tek bireylerin bugün içinde bulunduğu çıkmazdan çıkması için her türlü antikoru içeren bir düşünce sistemi. Kitaptaki Dabbetik Sure, Huruf-u Mukatta bir şeyin referansı gibi. Orada bir yetki belgesi gizli. O yetki belgesini almasaydım bunları söyleyemezdim, söylesem de yazsam da hayatta kalamazdım. Kapağında Levh-i Mahfuz yazan bir kitabın içinde sizin şahsi görüşlerinizi paylaşma opsiyonunuz olmuyor. Ben içimdeki bir dış sesin yönlendirmesiyle her şeyi yeniden yorumlamak zorunda kaldım. Süreç içinde çok büyük kıyametler, çok büyük dibe vurmalar yaşadım. Halen yaşıyorum. Bir süre içsel bir dirençle o sesi inkar etmiş ve kendi kendime o yokmuş gibi davransam da sistem sonunda bana bu anlamda boyun eğdirdi. Teslim oldum. Yukarıda bir Tanrı varmış. Onu gördüm ben. O ne diyorsa odur. Bir kaynak yoksa, bir frekans yoksa Kur’an’a yeni bir yorum getiremezsiniz, bir yayın yoksa olmuyor. Yazılması da o frekansla olmuş bir şey zaten. Tanrı’dan ilham almadan Kuran’ın doğru çevirisini yapmanız dahi mümkün değil. Arapça’da bir kelimenin 25 farklı anlamı var. Çok zeki de olsak, çok iyi niyetli de olsak bazı şeylerin bir tarihe kadar gizli kalması istenmiş. Binlerle yılın en kadim sırlarının bu kitapla aydınlanması benim başarım değil. Bana neden sen? diye sormak yerine Tanrı’ya inandıklarına göre bu soruyu oraya sormalılar. Neden O? Herkes gibi ben de bir fil üstünde duran bir tepside diziliydim, bir gün Dünya yuvarlak diyebildim, bunun için takdir bekleyecek halim yok. Yakında Levh-i Mahfuz Hakikat ailemize kayıp İncil ve kayıp Tevrat da katılacak. Küçük dilinizi, büyük dilinizi, herşeyinizi yutacaksınız. Bu kitaptan bu kadar zaman haberdar olmayışınıza hayret edeceksiniz. Fatura gene bana çıkacak. Gürültüyle haberleşen dünyada sessiz kalmaktan başka çare göremedim. Hazır hissedemedim kendimi. Bu kitabın yükünü taşıyabilecek donanımdayım demiyordum. Artık diyebiliyorum, hazırım. Şirinler köyü uyanıyor ve bu artık benim değil Gargamel’in sorunu. Sırların kapısı açılıyor. Haksızlıkla öfkelendirildiğimde, sır döküyorum. O yüzden başım dertten kurtulmaz benim. 40’lı yaşlarımda kaderimle barıştım. Biraz uzun sürmüş (gülüyor). Levh-i Mahfuz’u 15 yıldır okuyan insanlar var, bitiremiyorlar. Tekrar tekrar okuyorlar. Ben açtığımda bana bile yeni geliyor. Yazılanların %10’unu bile hayata geçirebilsek çok büyük değişim. Levh-i Mahfuz inançları sorgulamaya kapı açan bir kitap. Artık hiçbir eski öğreti günümüzde bu dünyayı açıklayabilecek kapasitede değil ya da insanlar onu doğru yorumlayabilecek noktada değiller. Dünyanın hiçbir yerinde ideal ölçülerin yakınında bir İslam da yaşanmıyor. Diğer dinler de öleli çok uzun zaman oldu. İslam, Kuran’la sınırlı bir şey de değil. Levh-i Mahfuz’da yeni bir İslam idealiyle tanışacaksınız.
İnsan tekamül etmek uğruna ateşten gömleği giymeyi göze almış en cesur enerji varlığı.
Peki bu sürecin başlangıcına gidelim mi? Kitabın yazılış hikayesini herkes merak ediyordur. Bir dış sesin varlığından bahsettiniz biraz anlatır mısınız?
90’ların sonunda bir ajansta çalışıyordum. Sonra kendi ajansımı kurma hayalimi gerçekleştirdim. İdeallerim vardı, kendime güvenim vardı. Fakat hiçbir zaman içinde olduğum ortamın bir parçası olamıyordum ve hiçbir ticari hedefim olamıyordu. Para kazanmak için değil hergün yeni birşey öğrenmek için çalıştığımı farkettim. Neye hazırlıksa. O mesleğin bir numarası olma hırsı da bana hitap etmiyordu. İçimde bir yerlerde hep şu ideal vardı; güzel fikirlerle dünyayı değiştirmek. Böyle olmaz bu dünyayı değiştirmek lazım diyorum. Ki o dünya da bugününkünün yanında ne de güzel bir dünyaymış. Çocukluktan beri durduramadığım dünyayı değiştirme hayali, bu dünyanın tadını çıkarmaktan alıkoydu hep beni. Böyle düşüncelerle gidip gelirken kaçındığım spiritüel konularla temas ettim. Ve içimde uyuyan bir dev uyandı. Bir arayış içine girmiş olsam dahi bu Allah’la İslamla hiç alakalı değildi. Benim Allah’la işim olamazdı. Baştaki formatım buydu. Sanki kilitlenmişti o tarafım, mühürlenmişti. Tabi ki öncesinde İslamla ilgili merak ettiklerim oldu. Kur’an’ı okumuştum, ama herkesin anladığından farklı bir şey anlamamıştım. Yaşatılan İslam benim dinim değildi. Kendi kendime dedim ki “ben cevabımı aldım, bu benlik bişey değil”. Kimlik bişey onu da çözemedim. Müslümanlık kültürünün hiçbir şekli bana hitap etmiyor. Batı dünyasının olumlu herşeyiyle uyumluyum, acaba dinsel kültürü de bunlardan biri olabilir miydi diye düşündüm bir ara. Ama bu da değildi. Sonrasında isyanla karışık bir dönem. Spiritüel müfredatın içindeki yolculuğum ise çok kısa sürdü. Sessizliğin içinde medite olmak güzel bir kazanımdı. Bir meditasyon esnasında karşılaştığım bir Tanrı figürü vardı. O karşılaşma ile birlikte bir kapı açıldı ve sonrasında ben kafamın içinde, “beni bende demen bende değilim bir ben var bende benden içeri” bir ses ile yaşar oldum. İş dünyasından tamamen koptum. Ajansımı kapattım ve Yeniköy’de bir eve taşındım. Daha önce yazdığım kitap mizah ağırlıklı fütürist temalıydı. Fakat böyle ciddi birşey hiç yazmamıştım. Sonra o evde bir süre bu sesin yönlendirmesiyle bir üniversite eğitimi alıyormuşum, ilahi bir kampüsteymişim gibi bir eğitim aldım. Fakat bu içses benim kontrolümde değildi. Benim sesimi kullanıyor ama benim bilmediğim şeyleri biliyordu. Çok büyük bir huzur içindeydim, fakat dışarıdan nasıl görüneceğimle ilgili bir tedirginliğim vardı. Bir şey oluyordu, bir şeye hazırlanıyordum ama ne, onu çözemiyordum. Sonra bu ses bir gün dedi ki: “Seninle Tanrı’nın Doğum Günü” adında bir kitap yazacağız.
Ben neden böyle bir şey yaşıyorum diye sorgulamışsınızdır. Bunun kendi rızanızla olan bir şey olduğunu söyleyebilir misiniz? Ya da bunun gerçekliğinden nasıl emin olabildiniz?
Tabi ki buna bir rızam olmuş olmalı, fakat çok da demokratik bir süreç olduğunu söyleyemem. Çünkü bana sorsanız ben istemezdim böyle şeylere girmek. Demokratik değildi fakat tatlı bir diktatör gibiydi. Medite dünya güzel de bir dünyaydı, huzur bulmuştum. İçimde hep yanan bir ateş vardı cehennemvari ve o ateş sönmüştü. O söndüyse dedim ki: “artık hayatıma devam edebilirim, ideallerimi gerçekleştirebilirim, bırakın beni gideyim”. Ancak o ses hep ordaydı, kimseyi dinleyemiyordum. Kaçmaya da çalıştım, hayata karışmak istiyordum. Bir süre sonra tekrar işler yapmaya başladım, param oldu, gezmeye başladım, güzel bir araba aldım. Ama aksilikler peşimi bırakmadı. Arabanın motoru yandı, işimde her şey çok güzel gidiyorken bütün müşterilerim beni terk ettiler. En sonunda dedim ki: “tamam”. Bu sese karşı gelerek yaşayamıyorum. Bir de dediğini yaparak yaşamayı deniyim. İki şartım vardı, kitabın içinde Allah ve İslam olmayacak ve sonra ben hayatıma devam edeceğim. Yeniköy’deki evimi kapattım ve Suadiye’de anneannemin evine döndüm. Bu sefer kucağımda bir bilgisayar ve içinde ne yazacağımla ilgili hiçbir fikrimin olmadığı bir kitap vardı. 24 saat kampta gibiydim o süreçte. Bir yandan diyordum ki; “ben kesin deliriyorum”. Anneannemin evinde küçük bir odam vardı, oraya girdim ve “tamam neyse o kitap yazalım” dedim. Ama ne yazacağımla ilgili hiçbir fikrim yoktu. O süre içinde hayattan tamamen kopmuştum, anneannem pişiriyor ben yiyordum. Bütün gün bilgisayarın başındaydım. Ses söylüyor ben yazıyordum. Ben soruyorum o cevaplıyor. Kitabı yaşayan oldum. Yazarken zihnim hiç devre dışı kalmadı. Zihnim tam olarak yerindeydi, trans halinde falan değildim. Üniversite sınavında bile bilincim bu kadar açık değildi. Biri bunu kesin sorar, hayır, herhangi bir madde kullanmıyorum. Ses beni de işin içine katıyor, araştırmalar yaptırıyor, olayın dışında kalmama izin vermiyordu. Ocak’tan Ağustos’a kadar böyle sürdü. Kitabı çıkardım ve askere gittim. O arada unutulur, ne konuşulursa konuşulur ve biter gider diye düşünüyordum. Bir yandan da korkuyordum, nasıl bir şeyin içine sürükleniyorum diye. Sonra düşündüm bu dünyada yaşamaya değer birşey de yok. Çocuklar bu kadar acı çekerken benim kendi şahsi planlarımın ne önemi var. Zaman içinde yaşadıklarımın, benim dünyayı değiştirme idealim ile birleştiğini farkettim bir yerden sonra ve baktım ki Tanrı’nın da ideali, hayali bu. Bu tanrıyı çok sevdim ben.
O sese noldu şimdi peki?
O içsesle artık birim. Konuşurken de düşünürken de o ve ben diye bir ayrımımız kalmadı. Tanrımın sesi bana kefil oldu. O ses benim iç ve dış sesim oldu artık. Sözlerimin altını imzalayan, bana kefalet vermiş, ağır bir görev yüklemiş bir Tanrının kuluyum artık. Bu sorumlulukla, bu güvenle ayaklarım birbirine dolanmadan yürüyebileceğimden emin hale gelmeden hareket etmeyi reddettim. Artık tamamım. Bu yürüyüşün ayak seslerini dünyada yaşayan herkes duyacak. Yeryüzünde her insanın sorabileceği, sormaya hakkının olduğu soruların yanıtlarını hazırlamak çok çok büyük bir çalışma. Kristiyan, Judaist, Şaman, Budist veya Hindu. Herkesin aradığı cevaplar… Bu bilgileri zihinde işlemek zaman alıyor. Yaşayacak, yemek yiyecek vakit kalmıyor. Konulardan kopmamak için yemek öğünlerimi bire indirdim. Kendime dair talep ettiğim tek şey, evladımla ilgilenebilmek oldu. Herkes ve herşey bekletilebilir, ufaklıklar asla. Bana babalığı Levh-i Mahfuz öğretti. Şimdi emekli gibi bir yaşantım var. Son beş yıldır tamamen kapanmış durumdayım. Günde 14-15 saat yazıyorum. Oturmaktan boyun ve bel fıtıkları oluştu, o yüzden artık ayakta yazıyorum, bazen yürüyerek yazıyorum. Kendime masalar tasarladım. 2 yıldır da farklı bir şey katıldı hayatıma, yazdığım şeyler bir müzikle gelmeye başladı. Kafamın içinde duyduğum o melodileri de dinlenebilir müzik haline getirmeye çalışıyorum. Gece 11’e kadar kitap yazıyorum sonra da o yazdıklarımla ilgili enstrümantal besteler yapıyorum. Bu arada nota da enstrüman çalmayı da bilmiyorum. Piyano klavyesine dokunarak, sesi melodinin içinde keşfediyorum. Yaklaşık 55 tane müzik doğdu bu yolla.
Yani tek kitapla bitmemiş bu hikaye. Tanrı’nın Doğum Günü’nün ardından gelen 2 kitap daha var. Levh-i Mahfuz bunların ortak adı mı? Nasıl bir yapı var bu kitaplarla ilgili. Nasıl gelişti sonra olaylar?
Bakalım bu sefer doğru anlatabilecek miyim (gülüyor)? Bu sesin bana yazdırdığı dört kitap var. İlk kitap 2006’da çıkan Tanrı’nın Doğum Günü. 2009’da İndigo Mehdi cildi çıktı. İndigo Mehdi’yi bitirdikten hemen sonra yazdıklarımın Levh-i Mahfuz’un parçaları olduğunu öğrendim. 2006 ve 2009 mahsulü bu iki bölüm Levh-i Mahfuz cildinde birleşik olarak okuyucuyla buluştu o sene. Levh-i Mahfuz’un 3. bölümü, 2013 yılında Gezi olaylarına denk gelerek Şeyhtan’ın Son Günü adıyla çıktı. Onu Levh-i Mahfuz cildinin içine yerleştiremedim çünkü matbaamız, kitap kalınlık sınırına ulaştın buRAKcım dedi. Yayınlanmış 1500 sayfa Levh-i Mahfuz var özetle (Okurlar tüm kitaplara www.dogumgunu.com.tr adresinden ulaşabilirler.) Sesin bana yazdırdığı dördüncü kitap da Güne Eş Dil. Eylül 2020 doğumlu. İnsanlar Hakikati, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi zannettikleri için Güne-Eş Dil kitabının adını duyan birçok Levh-i Mahfuz müdavimi bile bu kitabın neden ve nereden çıktığını henüz çözemedi. Daha çok yeni. Türkçe varoldukça Güne*eş Dil de var olacak. Tanrı kimsenin din öğretmeni değildir. Tanrı’yı din zannetmek, insanın o derslerde yaşadığı travmaların bir eseri. Benim Tanrım Dil öğretmenidir, Edebiyat perisidir, Fiziğin, Kimyanın, Matematiğin Rabbidir. Sanatın özüdür. Dil konusuna en az din konusu kadar önem vermesinde şaşılacak birşey olamaz. Her din, belli kelime ve deyimlerden insanlığı men ederek, ağzınıza biber sürerim diyerek gelir. Bunların başında da cinsiyetsiz dil kullanmanın farz kılınması vardır. Kendi içinde ermiş olsan da farketmez, evrene kendini doğru dilde ifade etmek zorundasın. Güne Eş Dil kitabı bu anlamda bir iletişim fakültesidir.
Bilmeyenler için biraz daha açar mısınız nedir Levh-i Mahfuz?
Levh-i Mahfuz Arapça’da korunmuş levha anlamına gelir. Ku’ran’da apaçık kitap Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır. Allah katında, içinde olmuş ve olacak olan her şeyin kayıtlı olduğu, her türlü bozulmadan ve eksiklikten muhafaza edilmiş ve insanları doğruya ulaştıracak ana kitap olarak tarif edilir. Levh-i Mahfuz kaderin kaydedildiği kitap olarak bilinir. O aslında kaderi değiştiren kitaptır. Korunmuş kitap, saklanmış Kur’an’ın içeriğidir. Levh-i Mahfuz düzlemi ancak çok yüksek bir dönüşüm hızına eriştiğinde açığa çıkar. İnanç kalıplarını yıktığın anda Tanrı seni inisiye eder. Yeni çağın spiritüel inisiyesi insana kendi hayatının tüm inisiyatifinin verilmesiyle gerçekleşir. İşte bu kendi kaderine kadir olmak demektir. Tanrı katında emanetleri ehline vermek bir gelenek. Ehliyetinizi aldığınızda emanetiniz hazırdır.
İnanç kalıplarını yıktığın anda Tanrı seni inisiye eder. Yeni çağın spiritüel inisiyesi insana kendi hayatının tüm inisiyatifinin verilmesiyle gerçekleşir. İşte bu kendi kaderine kadir olmak demektir.
Kaderine kadir olmak nasıl oluyor? Farklı bir kader anlayışı mı var Levh-i Mahfuz’da?
Gerçek İslam’ın kader anlayışı edilgen değil aktif bir kader anlayışı. Bencillik tuzağına düşmeden kendi kaderini kendin belirlemek, hükmedilen değil hükmeden olmaktır. Spiritüel öğretilerin yanlış anlaşılan bir tarafı da bu oldu. Herkes kendini tanrısal ilan etti. Güç bizimledir ama bize ait değildir. Hepimizin içinde bir İsa yatıyor ama bakalım biz kendi kişisel çıkarlarımızı ve korkularımızı bir kenara bırakıp çarmıha gerilmeyi göze alırcasına belli değerli savunmaya devam edebiliyor muyuz? O insanların geçtiği yollardan geçebiliyor muyuz? Onların çektiği acıların benzerlerini çekebilecek kapasitede miyiz? Kaderimizi belirleyen seçtiklerimiz değil, aslında vazgeçtiklerimizdir. Kriz anlarında değişim ve gelişim çok önemli bir şeydir. Özellikle bu günlerde, bu pandemi planında kimse kendini bırakmamalı. En bırakılmayacak zaman bu zaman, herkesin en güçlü olması gereken zaman bu zaman. Kendi zevklerinizi çöpe atarak ve bu dünyanın yüz milyonlarca çocuğunu düşünmek zorundasınız. Ama güçlü olması en zor olan zaman da bu zaman. Nuh hepimiziz. Ben de bir Nuh’um siz de bir Nuh’sunuz. Ve hepimiz artık yenik düşmüş durumdayız. Çaresizliğimizin önünde diz çöker hale geldik. Nuh bunu kabul edebilmiş ve peygamber olmuş. Yoksa Nuh da boğulacaktı. Yenik düştüğünü ve bu sorunların artık ne onun ne bir başkasının mevcut paradigması ile çözülemeyeceğini anladı ve kurtuldu. Yeni bir insanlık neslinin devamını sağladı. Bu tüm insanlığa bir mesajdır. Artık görmeliyiz ki dünyamızda bir şeyler yanlış, bir yerde yanlış yapıyoruz. Sorun hep karşı tarafta olmamalı. Farklılaşmaya açık olduğunuzda Tanrısal kapılar açılmaya başlıyor insana ama bunu dedirtmek lazım. İnsan bunu kendine söyleyecek eleştirisellikte olmayınca bunu size Tanrı dedirtiyor. Kendimden biliyorum, bunu canınızı yakarak yapıyor. Sizin adınıza bir soru sorabilirim. Can acıtan bir Tanrı, sevgi dolu bir Tanrı? Çelişki değil mi? Değil. İnsanın canı çok tatlı. İnsan konforuna düşkün. Kişisel Gelişimi, Spiritüel Yolculuğu daha tatlı bir hayat arayışı olarak yorumlamaya yatkın. İnsan, aradığı prestiji bulamayınca veya canı acıyınca nerede yanlış yaptımlara düşüyor. Birinci İsa, nerede yanlış yapmıştı ki? Ağaca çivilediler bedenini. Hiçbir yerde hata yapmadı. Göze aldığı bedel oydu sadece. İsa, vücuduna çiviler saplansa da kuşkuya düşmeyeceği, uğruna yaşamaya bu kadar değer bir Hakikat bulmuştu.
İnsanları nedenlerin arayışına iten ve harekete geçiren ne? Tanrı bize bunu ne zaman dedirtir?
İnsanı nedenlerin arayışına iten mutsuzluktur. Mutsuzluk insanı filozof yapar. Tanrı yarattığı hayatta “mutsuzluk” olgusuna bu yüzden yer verir. Mutsuzluk insana arattırır. Hastalık, eczaneye gönderir. Dertlerimiz, sabit kalmamamız için yaşamsal döngünün aldığı birer tedbirdir. Her kim, durduğu yerde uzun süredir duruyorsa silkinip kendine gelmeli. Acılarımız arayışımızı had safhaya ulaştırıyor. Herşey güzelken insan mevcudu koruma içgüdüyle tutuculaşır. Dünya yanıyorken herşey nasıl güzel olabilir? İnsanı değişim aşamasına getirmenin gerekleri var. Öğretmen Tanrı yükü hafifleten değil öğrencisini kuvvetlendirendir. Yüklerin en ağırını verir. bunun yanında kaldırma kuvvetini de kazandırır. Bak, su bile şu imkansız gemiyi kaldırabiliyorken sen sürünmeye nasıl bu kadar kolay ikna oldun der. Ayağa kalkarsın. Mutsuzluk güzel sezgidir aslında. Sosyal boyut, acı içinde yaşarken insanın bireysel olarak mutlu hissetmesi onu bencilliğe sürükler. Belli ki koşulları iyidir ama ortalık yangın yeri. Biz mutsuzlukla dünyanın yanlış bir yere gittiğinin uyarısını alıyoruz. Bu güzel bir şey ama bunu bir değişimle taçlandıramadığımız zaman o mutsuzluk bizi kendi başına bir yıkım haline gelerek yok ediyor. Şu anda dünyanın zaten dipte olduğunu anlamamız için başka ne olması gerekiyor? Pandemi döneminde haber bültenleri apokaliptik filmlere döndü. Şimdi bu normal mi? Değil. Fakat buna da alışıldı. Herşeye alışıyoruz biz. Tencerede kaynayan kurbağa gibi. Hepimiz evrenin farklı köşelerinde olsak da benzer çaresizliği yaşıyoruz. Ancak yaratıcının bizimle halen irtibatı var. Dünya, Evren bunlar büyük yatırım. Başı boş bırakılmazlar. Bizden haber alabiliyor, bizi geri çağırabiliyor, bize sinyal gönderebiliyor. Varmamızın istendiği bir yer var. Değişim dağlarının ardında altın çağ yatıyor. Oraya kaç doğru insan olarak varabileceksek o kadar kişi varabileceğiz. Cennet bir farkındalık kapısı. Kapının dışında feda yoksa, içeride de sefa olmayacak. Kendimizi yalnız zannetsek de yalnız değiliz. Yaşadığımız bütün sıkıntılara zemin hazırlayan bunun farkında ve bizi bir yere doğru götürüyor. O huzursuzluk hissi bizim özümüze dönebilmemiz için bir sinyal. Bunu görüp harekete geçmemiz gerekiyor. Nedenler geçerliyse ve bütünün hayrınaysa, çekilen her çile bir onurdur. Şükredersin.
Kuran’ın korkuya dayalı düzlemden sevgiye dayalı bir düzleme geçişin kodlarını içerdiğini söylüyorsunuz. O halde insanlara Tanrı’dan korkmanın öğretilmesinin amacı neydi?
İnsanların bir inancı, bir korkusu olmazsa bu dünyada bir haftadan fazla yaşayamayız. Hiçbir hukuk sisteminin öldükten sonrası için bir yaptırımı yoktur. Ama Tanrı diyor ki: “öleceksin ve benim karşıma geleceksin.” Bu noktada şeriat yeterli gelmiyor çünkü. Gerçekten Allah korkusu olan, bazı şeyleri yapmaz. Allah korkusu dilindeyken, kişinin edebinde bu korku yoksa, işte bu da kafirliğin en siyah tonudur. Ölüm sonrasını kapsamayan bir hukuk felsefesi olmazsa, ölüme göze alan herkesin tehdidi altına girer insanlık. Bugün olduğu gibi. Eğitimli iyilerin de ölmekten ödü kopuyor ve bu korkuyla her gün fersah fersah yaklaşıyoruz felaketlere. Aslında korku yerine “çekince” daha doğru bir kelime. Korku, altında psikoloji yatan bir şey. Hiçbir şeyden korkmayalım tamam ama çekincelerimiz olmak zorunda. Bir insana zarar verir miyiz, bir sözümüzle bir insanı incitir miyiz? Bunlardan çekinmek zorundayız. Korku Rab için bir amaç değil araç, bir öğrenme metodu. Kimseyi kendinden daha yüce görme der. Amaç Tanrı’yı değil insanı yüceltmektir. İnsanın arayışı, insanlığın değil kendi ben-merkezinin yüceliğini bularak sonlanmışsa, üzgünüm ama başladığından daha kötü bir yerdesin. İşte Levh-i Mahfuz aynı zamanda sizi bundan koruyor. Bu kitabın yazarısın diye insanlardan bir karış yükselmeye kalkışamazsın. Buna ihtiyaç duymazsın herşeyden önce. Mutluluğun rakımla ilgili olmadığını kavrıyorsun. Hangi inanç, insana kendisini daha üstün bir kişi olarak gösteriyorsa, o inanç iptal bir inançtır. Levh-i Mahfuz sizi yetiştirdikçe dedeleşmezsiniz tam tersine çocuklaşırsınız. Öğrendikçe egosentrikleşmeyecek tam tersine çocuklaşacak herkese açık bir dünyadır Levh-i Mahfuz. Yaramazlıklar dahi hoşgörülür. Kendini insanların üzerine bir otorite görmek gibi ölümcül günahlar hariç. İnsan tekamül etmek uğruna ateşten gömleği giymeyi göze almış en cesur enerji varlığı. Cennete, refaha, konfora kafayı takmamalı bu kadar. Ateşte pişmek, öğrenmek, sıkıntı yaşamak ve bunları aşabilmek, döşeklere uzanıp kuzu çevirmekten daha güzel. Daha cennet. Hakikatin İslamı kıyamet enerjisi. Tekamülde kırılma noktaları var. Kişisel gelişimde ise aynı yöne doğru ilerleme ve yukarı çıkma çabası var. Belki yanlış yöne gittiniz. Tekamül çok başka bir şey. İnsana bilgi, bilinç ve özgürlük vererek, onu korkularından arındırarak, kırılma noktalarını doyasıya yaşamanın imkanını sunuyor. Bu yolda kıyamet vardır, kıyam etmek vardır, düşmek ve kalkmak vardır. Dünyanın rahatına düşkün insan taşıma kapasitesi doldu. Gelin birlikte güzel, uğruna yaşamaya değer, dolu dolu kazanımlar içeren acılar çekelim.
Peki korkunun bir amacı varsa korkusuzluğun amacı nedir? Kitabın amacının insanı özgürleştirmek, korkusuz ve yaratıcı bir insan haline getirmek olduğunu söylemiştiniz. Gücünü Tanrı’dan alan korkusuzluk nasıl olur?
Bu sorumlu bir özgürlüktür. İnsanın özgürlüğü sınırsızdır ama sorumluluk içerir. Ben özgürüm demek ben her şeyi yapabilirim demek değildir. Özgürlük bir bilincin peşinden gelen bir imkan. Bilinç olmazsa o serserilik olur. Hakikat bilgisiyle gelen özgürlük, iyilere verilen bir haktır. İnsan iyi olduğunda kavuşabildiği bir olanaktır, sorumlu ve şartlara bağlıdır. Tanrı da senden bunu ister, insanları ortak paydada birleştirmek ister. Cihat insanlık adına, medeniyet adına verilen her türlü savaştır. Hepimiz artık insanlık adına kendi cihatlarımızı vermek zorundayız. Dünyanın iyileşmesi için yaptığımız her şey birer cihattır. İslam bu anlamda aslında bir özgürlük projesidir. Levh-i Mahfuz’daki İslam anlayışı da asla bir cemaat yaratmıyor, bir camia oluşturmuyor çünkü bu, hiçbir oluşumun içine hapsedilmeyecek kadar büyük bir mesele. Dinimiz özgürlük dini bizim. Profilinin kalitesini yükselteceğiz, aydınlık insanlarla birlikte. Levh-i Mahfuz artık dünyaya açılmanın arifesinde. Global versiyonda sıra. ‘Dünyanın sonu geldi sen ne zaman konuşucan?’ mesajıyla beni uykumdan uyandıran okuruma teşekkür ediyorum. Ertesi gün de sizden mesaj geldi. Bizi doğru ve güzel insanlarla buluşturan bir sistem var. Amaç insanları özgürleştirmek ama aynı zamanda ortak bir amaçta birleştirmek. Kişisel kişisel gelişince olmuyor bu. Ben ne çok geliştim diyorsun sonra bakıyorsun ki dünyada düzen durma noktasına gelmiş. Çocukları, doğayı, hayvanları esas alan, sadece kendimizin değil ötekilerin hayrına yeni bir yürüyüşe başlamalıyız. Kadınları mazlum olarak listelemekten imtina ettim özellikle. Dünyanın dişi yarısı, gücünün farkına varmalı. Varıyor da. Herkes ruhsal olgunlukla bir diğerinin hakkını teslim ederse, ortada haksızlığa uğrayan kimse kalmayacak. Cihazları akıllılaştıran sistem diğer yandan insanları aptallaştırıyor. Akıllı insan çıkmalı asıl piyasaya. Mutlu insan, aydınlanmış insan tüketime daha az bağımlı oluyor. Ve bu, mevcut ekonomi paradigması için sorun. Tüketim ekonomisini ayakta tutmak adına gezegeni yok ettiklerinin umuyorum ki farkına varmışlardır. İyi insanlar dünyada çoğunlukta ve fakat elde onları kenetleyecek, şahlandıracak evrensel bir bilgi demeti yoktu. Gururla açıklıyorum ki artık var. Herkes kendi hayatının Muhammedi, kendi hayatının Musası olmalı. Asıl amaç bu.
Hakikatin ilham yoluyla açılan mana boyutu mu bize asıl özgürlüğü sunan?
Gerçekte inanç inanılmaz bir özgürlüktür. Neye inandığını biliyorsan. Din elden gidiyor diye düşünenler var. Tam tersi din insanların eline geçiyor. Levh-i Mahfuz’la insanlar İslam’ın hem derin hem basit hem anlaşılabilir hem de sevilesi bir felsefe olduğunu keşfediyor. Kur’an’da bambaşka bir mana boyutu gizli, düzlemler halinde okunan hareketli bir kitap. Mana boyutu ilham, vahiy adına ne derseniz deyin onunla idrak edilebiliyor. Sözlük anlamları üst üste konarak manaya erilmiyor. Manaya yukarıdan iniliyor. Hakikatin doğumu yetenekle açıklanamayacak kadar karışık bir durum. Kur’an farklı düzlemler halinde hazırlanmış 3 boyutlu bir metin. Düzlemler felsefesi bu kitabın en büyük sırlarından biri ve onu kutsal yapan şey de bu. Her bilinç ve her jenerasyon farklı bir Kur’an düzlemi okuyor. Biz 21. yüzyıl insanlarına kendi düzlemimizi okuma şansı verilmemiş. Artık size yük olmaktan öte sizin yolunuzu açacak, açmazlarınızı giderecek, mutsuzluklarınızı mutlulukla takas edebileceğiniz bir hakikat düzlemi var. El almak, bilgiyi bilenin afrasını tafrasını çekmek durumunda değilsiniz. İşte bu böyle bir özgürlük. Tanrı’nın planı İslamı korunaklı bir şekilde saklamak üzerine. Levh-i Mahfuz kavramının “muhafaza edilmiş düzlem” anlamını taşıması bu sebeple.
Levh-i Mahfuz bir düşünce sisteminin önünü açıyor ve kendi benliğini yeniden doğurduğunda bunun ardından gelen bir eylem var. Böyle anlıyorum. Doğru mu?
Levh-i Mahfuz bilgiden öte bir yapabilgi. İnsanın düşünce ve eylem sistemini değiştiriyor. Bizim temel sorunumuz sorunu Tanrı zannetmekte başlıyor. Tanrı’nın dünyanın böyle olmasında hiçbir suçu yok, dünyayı bu hale getiren insan. Tanrı’ya inanmayan insan bile Tanrı’yı suçlu görüyor dünyada yaşananlarla ilgili. Değişmesi gereken aslında Tanrı’nın imajı değil. Tanrı’nın buna ihtiyacı yok, değişmesi gereken insan. Mesele Kur’an’ın içindeki hayat bulmak değil, hayatın içindeki Kur’an’ı bulmakta. Levh-i Mahfuz; şu toprağın altında, bu ağacın içinde, oradaki gökyüzünde. Kur’an hayatın, varoluşun bir özeti. Bu bir kapı. Ama kapının kendisini kutsallaştırmak olamaz amacımız. Buradaki anafikir insanlığın çoğunluğuna ulaşacak. %51’e bu algoritma yüklendiğinde diğer %49’u, sorumsuz veya kötü olarak tabir edilen kısım da biat edecek. Bunca haksızlık, adaletsizlik içinde yaşarken ilahi adalet kapıya dayandı. Şaşkın olmak olağan fakat eski dünyanın yıkılışına sakın üzülmeyin. Yeni çağda öğrenenler, arınanlar özgürleşecek. Ortak değerlerde buluşan insanlar bunu yapacak. “Her neredeyseniz Allah sizi buluşturacaktır” diyor. Bu bizi de aşan bir süreç aslında. İnsan bir plan yapıyor, fakat Tanrı da bir plan yapıyor. Kötü fikirler nasıl sosyal medyada yayılıyorsa, sonunda hakikat de, iyilik de yayılacak.
Artık devrimci bir tekamül sistemi var
Dönüşüm sadece içe dönmekle alakalı değil aynı zamanda dışa dönük bir hareket mi?
Sadece içimize döndüğümüz zaman orada kalıyoruz. Doğru olan içimiz ve dışımız arasındaki farkı azaltmak. Kur’an’da insan ruhunu uçuran bilgiler var, ama Kuran’da bir şeriat da var, yani hukuk. Bizi korkularımızdan, nefsimizden özgürleştirecek, nefretten sevgiye geçirecek bir ruhsal bilgiye ihtiyacımız olmakla birlikte buluşmamız gereken ortak kodlar, kanunlar var. İnsanoğlu bencil bir yaşam formuna evrildi. Herşeyde tüketim had safhada. Bir kısım insan bedenindeki birikmiş kalorileri atmaya çalışırken bir kısım insan da yaşamak için gerekli olan kaloriyi alamıyor. Çok büyük bir dengesizlik içindeyiz. Hepimiz bu günahın bir parçasıyız. İşte tüm bunlar artık değişmek zorunda. Bu çocukların dünyası bizimkinden çok daha az yaşanır olacak bu gidişatla birlikte. Bilginin serbest olduğu bir çağda dünyaya geldiler ama herşey çok daha kötü oldu. Kirli ve yanlış bilgi daha hızlı yayılıyor. Aslında Türkiye’de, dünyada muhteşem bir nesil var. Müthiş yetenekli çocuklar, gençler, insanlar var. Sistemin içinde kaybolmuşlar. Bu düzenle çok da barışmadan kendini geliştirerek daha iyi şeyler yapmanın peşindeler. Levh-i Mahfuz işte bu çocuklara, düzeni sevmemekle birlikte kendini geliştirmekte inat eden bu insanlara dönük bir çıkış yolu. Artık devrimci bir tekamül sistemi var. Levh-i Mahfuz buna İndigo tekamül diyor. Bu olgunlaşma değil, tam tersi çocuksulaştığın bir gelişim anlayışı. Kişisel devrimler iki ayaklıdır. Birinci ayak bilmek, ikinci ayak yapmaktır. Biz artık yapmak fazındayız. Aksiyonun altın değerinde olduğu, yapılmayanların bilinmesine kıymet verilmeyen bir faz bu.
Değişebilenlerin hayata tutanabileceği yeni bir düzleme giriyoruz. Artık seçici bir sistemin içindeyiz. Bu gezegen bu çocuklara, insanlara ve hayvanlara bu kadar acı çektirerek daha fazla yoluna devam edemeyecek.
İslamiyet bir kıyamet enerjisi dediniz. Bu olumlu anlamda bir şey sanırım. Nasıl bir kıyamet bu?
Levh-i Mahfuz buna kitlesel değil, kişiye özel kıyametler diyor. Artık seçici bir sistemin içindeyiz. Dünya böyle devam etmeyecek. Bu gezegen bu çocuklara, insanlara ve hayvanlara bu kadar acı çektirerek baskı altına alarak daha fazla yoluna devam edemeyecek. Bunu unutun. İlahi olarak da, bilimsel olarak da bu böyle. Biz insanlık olarak ruhumuza bir aşı bulmak zorundayız. Bu günler hiç geçmeyecek. A senaryosunda bunlar hiç geçmeyecek ama B senaryosunda insan ruhunun aşısı uygulanabilirse kurtulabileceğiz. İç karartmak istemem ama dışarısı alacakaranlık. Ben B senaryosuna iman ettim. Çağrımı okuyanların, hiçbir şey olmamış gibi bir sonraki sayfaya zapladığı bir senaryoyu düşünmek dahi istemiyorum. Gelin hep birlikte yeni bir dünya yaratalım. Yetkimiz var. Hep birlikte kullanalım yetkiyi. İnsanlık için, adalet için, değişime kendimizden başlayalım, zor durumdaki insanlara uzanalım. Mutluluğu başka insanlara mutluluk verdiğimizde bulabileceğiz.
İnsanlık olarak ruhumuza bir aşı bulmak zorundayız
Bildiğimiz dünyanın sonuna mı geldik?
Bu dünyanın bu şekliyle düzelme şansı yok. Bir şekilde yıkılıp yeniden yapılacak, yeniden yapılandırılacak. Burada yeni dünyaya uyumlanabilen herkese yer var. Bir çeşit yeni bir Nuh gemisi inşaası aslında. “Tamam Tanrım ben değişeceğim” kararını verebiliyorsan yerin hazır ama içsel olarak çok şey yapman gerekli. Uzun yıllardır gömülü olduğum ve yakında gelecek olan LOI’de (Lord of Islam) Nuh’la ilgili yeni bilgiler var. Dünya tarihinin sıfırdan ve en baştan yeniden yazımı sözkonusu. Bildiğimiz tarih değişince göreceksiniz, gelecek de değişecek. 2500 sayfa İngilizce 2500 sayfa Türkçe yazdım. Kitaba Tanrı’nın ihtiyacı yok ama insanların var. Bunun meyvesini hep birlikte yiyeceğiz hatta en az ben yiyeceğim. Zaman çok sınırlı artık. Olumsuz senaryoda sona hiç olmadığı kadar yakınız. Görebildiklerimi görmenizi istemem. Ama güzel haber, artık bir çıkış yolumuz var. Sadece tefsir değil her dinin insanına dönük yeni bir Kur’an çevirisi geliyor. Kapağını açtığınızda “Nasıl yani?” diyeceksiniz. Ben hazırım lütfen siz de hazırlanın. Kaostan görememişiz diyebileceğiniz bir kitaplık daha kredimiz yok. Gözardı etme limitleri tükendi.
Yeni Dünya Türkiye’den doğacak
Levh-i Mahfuz’da dikkat çeken bir konu da Türkiye’nin konumu ile ilgili. İki denizi birleştiren coğrafya olarak İslam’ın özgürlük projesi olduğu anlatılıyor. Biraz bahseder misiniz?
100 sene önce bir Mustafa Kemal doğurabilmiş bu topraklar. Şimdi neden yeni Mustafa Kemaller doğuramayacakmış? Birbirimizi küçümsemeyelim. Muhammedinin de Mustafa Kemalinin de tadına varabilmiş bir Türkiye, yeni dünyanın merkez üssü. Bunu dünya biliyor bir tek Türklerin haberi yok. Değişebilenlerin hayata tutanabileceği yeni bir düzleme giriyoruz. Olan biten her şeye rağmen ve en önemlisi bu kutsal masum çocuklar için bile insanların değişmiyor olması, aynı şeyi sürdürmeye çalışıyor olması katastrofiyi mecbur kılıyor. İnsanlar Sur-a borusunu mitolojik varlıkların altın boynuzlarla üfleyerek çıkaracağı ses sanmışlar. Oysa o Kur’an suralarının çıkardığı ve İslam’ın üzerine atılı suçları kabul etmediğini ilan ettiği bir değişim çığlığı. Levh-i Mahfuz’da satır satır yazılı. Yeni dünya Türkiye’den doğacak. Yeni çağın merkezi İstanbul, Mabed mekanı Ayasofya. Türkiye çok farklı bir ülke. İçinde yaşayanlar için bazı şeyler tahammül edilemez olabiliyor, ancak bunlar da bu paketin içinde var. Haklısınız öyle böyle çekmedik. Hepsinin bir nedeni var. İki denizi birleştiren coğrafya ve üzerindeki sakinleri tesadüfen seçilmiş olamaz. Bu coğrafya tarihiyle bu gösteriye hazırlandı. Türklük Tanrı’nın “model millet”e geçişi için en uygun aday. İnanması güç ama gerçekleştirmesi hiç de güç değil. Dünya barışını tesis etmek üzere gönderilen İslamiyet projesi için model millet Araplar değil Türkler. Türkiye’yi çözersen Dünya’yı çözersin. Bu durum bir onur ve bunu hepimiz hak etmiş olmalıyız. Bütün kızgınlıklarımız, bütün küskünlüklerimiz, çektiğimiz bütün çileler bir yana güzel şeyler hak ediyoruz ve güzel şeyler olacak. Yeter ki o değişimi başlatacak cesaret ve fedakarlığı gösterelim. Devrimler, değişimler birer fedakarlıktır aynı zamanda. Bir Devrim olunca ben kaptığım bu köşeyi tekrar kapabilecek miyim endişesi var kimi insanlarda. Vazifeye atılmak için içinde bulunduğun imkan ve şeraiti düşünmeyeceksin.
Bu kitaplar dışında farklı bir kategoride yeni bir kitabınız daha var. Aslında kitap değil, insanlık ansiklopedisi olarak adlandırmışsınız. Güne Eş Dil nasıl bir kitap?
Levh-i Mahfuz asla din ile sınırlı bir konu değil. Hakikati dinden ibaret zannetmek cehaletin dışavurumu. Hakikat her şeydir, her şeyin içindedir. Güne Eş Dil, benim açımdan Levh-i Mahfuz’un uygulaması, somut ve sese bürünmüş hali. Levh-i Mahfuz’un içinden herkes kendi somuta bürünmüş pratiğini doğuruyor. Güne Eş Dil, Güne-Eşlenme fazı. İlham perim bana değişimin kalbinin dil olduğunu gösterdi. Çünkü dil paylaşıldıkça genişliyor. Dile de zamana bağlı güncellemeler inmek zorunda. Güne Eş Dil somut olarak insanın kendini nasıl ifade etmesi ve yeni dünyasını nasıl kurması gerektiğinin anlayışını veriyor. Binlerce yeni Türkçe yeni kelime ve deyim türettik, ses ve ben. Dil sadece kendimizi ifade ediş biçimimizi değil aynı zamanda bizim düşünme biçimimizi de belirleyen bir şey. Ortak tek bir dili konuşuyor olmamız gerekmiyor ama ortak insani bir dilin gelişmesi şart. Diğer diller gibi Türkçe dilinin içine de zehirler bırakılmış, özgün hakiki formlarında değiller diller. Dünyayı bu hale getirmek için işe dinden değil dilden başlanmış. Dişi doğanlara kızmaktan gelme Kız! kelimesini atamışlar. Çocuğun adı kız! olduktan sonra hayatının sonuna kadar herkes ona ne yapması gerektiğini, ne giymesi gerektiğini anlatma hakkını bulacak kendinde. Normlarla ters düşerse de kızacaklar. Kız! diyorsun çocuğuna, büyüdüğünde bahtının açık olmasını bekleyerek. Türkiye nüfusunun yarısı kız! olarak büyütülüyor, sen hangi kadın haklarından bahsetmektesin? Bizim bariyerlerimiz Türkçemizin içinde gizli. Bunlar kalkmadan dışarıdan her müdahale kozmetik. Felsefe fazla kuramsal bir dünya olarak yorumlanıyor. Güne Eş Dil, Levh-i Mahfuz felsefesini somutlaştıran binlerce yeni Türkçe kelime ve toksik arıtma sistemi ile geliyor. Bunu diğer diller de takip edecek. Dünyaya yeni bir etik, hukuk ve ekonomi düzeni lazım. Güne Eş Dil, dil paradigmasını yıkmadan bu değişimin olamayacağını bu sebeple anlatıyor. Dünyanın sonunu dil getirdi, başını da dil çekecek. Dilimizi değiştirmenin bir yolunu bulduğumuzda gezegeni de değiştirebileceğiz.
POZİTİF DERGİSİ 2021/01 TARİHLİ 38. SAYIDA YAYINLANMIŞTIR
Röportaj: Burcu Öztınaz Kömürlü