Malik İlyas Tanrıbağı

Üst ruhsal üçüz !

“Sekine-Ruh-Hikmet”

Tanrısallığın en yüce ifadesi olan Hikmet nedir? İçimizde saklı bulunan çift kutuplu tanrısal enerji nasıl uyanır? Zülkarneyn neyin simgesi? Dünyanın varoluşundan bu yana insanoğluna verilen kutsal metinlerde, farklı motiflerle yer alan ‘ortak mesaj’ neydi? Bu röportajda ilk kez bu kadar açık anlatılan tanrısal prensiplerin sırlarını okuyacaksınız.

Malik İlyas Tanrıbağı; insanların çağdaş ve yüksek bilinçle aydınlanarak kendi içlerinde saklı tanrısal özlerine uyanış yapabilmeleri amacıyla, ruhsal keşflerinin eşliğinde açılan hikmetlerle bir çok kitap kaleme alan kıymetli bir Hak aşığı. Kadim ruhsal mistik bilgeliğin, tanrısal öğretinin gerçeklerini batini yönden ele alarak açıklıyor ve kutsal kitaplardaki değişmeyen ortak evrensel felsefenin özüne ve mecaz ifadelerin sırlarına işaret ediyor. Kadim bilgelerin gizli erme yolu öğretisinin tanrısal prensiplerini okurlarımızla paylaştığı söyleşimizin ilk bölümüne bu sayıda yer verdik. Gizemli Kundalini enerjisini anlattığı bölümler ise bir sonraki sayımızda yer alacak. 

Öncelikle sizi tanımak istiyoruz, kendinizden, ruhsal gelişimizden bahsedebilir misiniz?

Teşekkür ederim, insanlık âlemi olarak geçtiğimiz bu zor süreçte tüm insanlara Pozitif Dergisi nezdinde sağlıklı günler temennisiyle birlikte saygılarımı sunarım. 1958 İzmir doğumluyum, öğrenimimi İzmir’de tamamladım. Denizyolu Taşımacılığı sektörünü destekleyen farklı alanlarda uzun yıllar çalıştım, emekli olduktan sonra lojistik sektöründe çalışmaya devam etmekle birlikte aydınlanma yoluna hizmet amacıyla yazım çalışmalarımı da sürdürmekteyim. Yaşamımda geriye baktığımda, genç yaşlarımda başlayan, uzun bir süreçte farklı ve zorlu aşamalardan geçerken deneyimlerimden kazandığım birikimlerle gelişen içsel uyanış süreci yaşamaya başladım. Bilinçli bir disiplinle bilgiye dayalı alt yapımı kurarak uyanış sürecime, özümün daha fazla hitabı adına yardımcı olmaya çalıştım. Bu süreçte hemen hemen tüm eylemlerimi kalbimden gelen iç sesime uyarak disiplinle yönlendirdim ki, bu görünmez gücün özüm olduğunu farkına vararak onu daha da yüksek bir bilinçle birçok yönden idrak ettim. Mana âlemiyle ilgili yaşadıklarımın az bir kısmını, Sekine Ruh Hikmet III isimli eserimde ‘Rüyetlerim’ (S.175) isimli şiirde özdeyiş şeklinde, edindiğim diğer bilgilerin açılması uygun olanlarını da yine bâtıni şiir ve nesir şeklinde yorumlarla paylaşıp, diğer insanların da ruhen yaşadıkları deneyimlerin farkına vararak içsel uyanışlarına katkı sağlamayı amaçladım. Özümden doğan çalışmalarıma, hakikat arayışında olan insanlarla paylaşmak adına büyük bir aşk ve arzuyla devam ediyorum.  

Kitapları yazma amacınız ve eserlerinizin özellikleri ile isimleri nedir?

Yaşam ve geçimimi yazarlıkla idame ettirmediğim için profesyonel yazar değilim! Bu bağlamda kendi hakikatini arayışta olan ve genele oranla az sayıda olan bilinçli insanlara bilgi aktarımı için yazdığımı ifade edebilirim. İçimizdeki tanrısal ruhumuz, bizlere yarı tanrısal bir varlık olarak bencil olmadan paylaşımcı, hakikat yolunda bilgiye, hatta yaşadıkları ama bilmedikleri ruhsal deneyimlerinin tercümesine ihtiyacı olan insanlara da yardımcı olmamız gerektiğine işaret ediyor. Dünya yaşamı denen bu kısa süreli yol, kader veya karma denilen sıkıştırılmış zorlu bir programı diziler halinde, farklı dalgalara maruz kalarak yaşamamıza sebep oluyor ki bunu da dünyada olma amacımızı, kişisel varlığımızın değer ve bilincine sahip olarak evrensel gelişimimizi tamamlamak, diğer adıyla tekâmülümüz olarak anlamamız gerekiyor. İnsanın tekâmülünü kelebek olan tırtıla benzetiyorum, bir kurtçuğun çok kısa bir sürede hem de gözle görülür evrimsel bir gelişimle uçacak hale gelebilmesi! Tanrı kurtçuğa kanat takmıyor, takacak hale getiriyor ki, bunun farklı bir örneğini Kuran-ı Kerim’de “Âdem’in yaratılışında” görmekteyiz! İnsan yaratıldıktan sonra “tesviye edilmiş”, tanrısal ruh ondan sonra üflenmiştir. “Tesviye”, ‘uygun hale getirilmesi’, ‘beraber etme’ demektir. Bu da “Ruh” ile uyuşacak varlık olabilmesi için birçok bakımdan inkişaf etmesi anlamına gelir. Mucize görmek isteyen Tanrı eliyle doğadan verilen bu mesaja bakmalı ve düşünmelidir. Bu bilince sahip bir insan olarak, hak eden, arayışta olan insanların da bu gerçeğe uyanmalarını, evrenselleşerek bakış açılarını yenilemelerini, içlerinde saklı, kalplerinde mevcut vicdan perdesinden konuşan tanrısal ruhlarının varlığına gerçek kurtuluşları adına uyanmaları gerektiğine işaret ederek bilgilerimi paylaşmaya, insanın Âdem-i mana olan içyüzünü tanıtmaya gayret ediyorum. Tanrısal veya ruhsal öğretiyi bir merdivene benzetirim. Basamaklar yükseldikçe çıkan kişi de yükselir. Eserlerimi ve içlerinde işlediğim bilgileri de merdiven basamaklarına benzer olarak kaleme aldım, yani bilgiyi yüzeyden yükseğe, diğer manasıyla derine doğru içsel farkındalığı sağlamak için işlemeye çalıştım. Kaleme aldığım çalışmalar sırasıyla; ‘Bilinmeyen Yönleriyle Hanif Din’, ‘Hermetik Bilge Pitagoras – Tanrıbilim ve Yeniden Doğuş Felsefesi’, ‘Bâtınî Tanrıbilim Felsefesi ve Kundalini – Kadim Bilgelerin Öğretisi’, ‘Sekine Ruh Hikmet I, II, III’  isimleriyle farklı yıllarda okuyuculara sunulmuş olup, yayınlanmamış diğer çalışmalarım; ‘Sekine Ruh Hikmet IV’, ‘Felsefi Hikmetler I, II, III, IV, V, VI’ ve ‘Bir Zamanlar İzmir’de-Günce’ isimlerinde olup sırasıyla basımlarını beklemektedir.         

Kitaplarınızda evrensel tek mesajı, tanrısal felsefelerin özünü birçok din ve öğretideki sembollerin iç yüzleriyle açıklıyor, birleştiriyorsunuz! ‘Kutsal kitaplar’ ile ‘Kadim Bilgelik Öğretisinde’ değişmeyen evrensel gerçek ve tanrısal felsefenin özünü nasıl tanımlıyorsunuz, temel öğreti nedir?

Bu önemli tespitiniz için kalben teşekkür ederim. Akıl ve ruh sahibi olarak düşünebilen, kendi evrensel hakikatini arayan insan varlığının yaşama geçiş aşamasından günümüze kadar olan süreçte yer alan tüm ruhsal bilgelerin mirası olan tanrısal öğretilerde değişmeyen tek gerçek, çağ ne olursa olsun değişmez-değişemez yapının temel taşı; ‘Akıl, düşünce, tanrısal veya rabbani ruhun-enerjinin varlığıdır.’ ‘Evrensel Kadim Bilgelik Kurumu’ veya ‘Erenler Yolu’, bu değişmez, değişemez hakikat prensibi üzerine bilgi ve ruhsal deneyimlerle pekiştirilerek inşa edilmiş, bu temel ruhsal bileşenler de çağlar boyunca bilgi ve deneyimlerle korunarak simgelerle insanlığın ruhsal uyanışını yapabilmesi adına öğreti şeklinde aktarılmış olup, halen de aktarılmaktadır, aktarılmaya da devam edilecektir. Bu tanrısal, kutsal serüvenin amacı; ‘İnsan varlığının ruhen de tekâmül edip, ‘İnsan-ı kâmil’ olarak hakikatin kendisi olabilmesi, onu bir ayna gibi yansıtabilmesidir.’ MÖ 800 veya 700 civarı Büyük İnisiye Orfeus’un Delfi kentinde öğreti verdiği mabedin giriş alınlığında ‘Kendi bil/tanı’ yazmaktadır! ‘Kendini bilmek/tanımak’ insan varlığının en önemli en değerli görevine işaret eden kutsal evrensel felsefeye işaret etmektedir. Kendimizi nasıl tanıyacağız, aynaya bakarak dış yüzden fiziki olarak mı yoksa, göremediğimiz, bilemediğimiz soyut iç yapımızdan mı? Bilgelerin, Peygamberlerin, tanrısal kişiliklerin kılavuzluğunda, örnek yaşamlarında yaptıkları işlere, bıraktıkları izlere, vermek istedikleri mesajlara bakarak bu tanımanın içsel aydınlanma şeklinde olacağını idrak ediyoruz. Bu bağlamda kendini tanımak, temel öğretinin işaret ettiği şekilde önce kendi varlığımızın, bilmediğimiz soyut ruhsal detaylarını öğrenmek, öğrendiklerimizden hareket ederek yaşama geçirilecek disiplinle de evrensel gelişim yolunda ara vermeden yüksek bilinçle yürümektir. İnsanın kendi hakikatini bulmak, hatta görmek için aklen ve ruhen bilinçle, nefsi terbiye ile farkında olarak çalışması, eylemlerini evrensel ve vicdani yasaya bağlı kontrollü olarak düzenlemesi yaşamın en önemli değeri ve amacı olmalıdır. ‘Kadim Bilgelerin Öğretileri’ de Peygamber denilen tanrısal zatların kutsal kabul edilen mesajları da bu yüksek evrensel amaca hizmet etmektedir. Hakikate varmak adına yolumuza, kendimizi bilmek için ilk önce kendimiz olmayan nefsimizi tanımak ve onu terbiye ederek başlamamız gerekiyor.

Kendini bilmek soyut iç yapımızı, ruhsallığı bilmek ise “Ruh”u tanımlayabilir misiniz? Ruh nedir?

Ruh sözcüğü köken olarak ‘Rih-rih’ (Rüzgâr) sözcüğünden gelir. Bu benzetme onun hissedilebilir olmasının yanında asıl, görünmezliğine işaret etmektedir. ‘Ruh’ denilen güç veya enerji, bâtıni öğretide yoğun yaşam enerjisi (Hayati) ile lâtif tanrısal enerji (Kutsal) olarak kabul edilir. Bu isim ve tarif eski bilgelerin tanımlarını ifade etmektedir. Bâtıni öğretide ‘Hû’ veya ‘Nefes’ olarak anılmaktadır. Tevrat; “RAB Tanrı Adem’i topraktan Yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu!” der. Kuran’da ise iki ayette; “Ben onu muntazam bir insan kıvamına getirip içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal onun için secdeye kapanın!” “Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın.” demektedir. Kutsal metinlere ait bu ifadeler kısacık olsa da içlerinde geçen “Ruh” sözcüğü ile aslen mana olarak tüm boyutları bağlayıp, kapsamaktadır. “Ruh”, insanın Âdem-i manası olup, içinde saklı en kutsi tanrısal varlığıdır. İnsan tanrısal ruhu ile kutsal bir varlıktır, zira içinde “Âdem-i mana”, yani “Âdemsafiyyullah” olan Tanrı’yı “Ruh” olarak barındırmaktadır. Hz. Pîr Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî’nin Âdem-i manaya işaretle bu sebeple; ‘Benim Kâbem insandır’, dediği rivayet olunur ki bu bağlamda Bektaşi öğretisi hümanist evrensel bir felsefedir. 

O halde Ruh yaratılmamıştır hep vardır diyebilir miyiz?

Hint öğretisinde her insanda Atman adı verilen tanrısal ruhun varlığı belirtilirken, Antik Mısır öğretisinde de tanrısal ruhun “Ba”, kişisel yaşam ruhunun da “Ka” olduğuna işaret edilir. Kadim öğretiler bu gerçeği deneyimlerle hakikate ererek öğrenen, kavramlarını belirleyen ‘Ruhsal Bilgeler’ marifetiyle aktarmaktadır. ‘Ruh’ Tanrı’nın enerjisi, diğer anlamda Hz. İsa Mesih a.s.’dan rivayetle İncil Yuhanna bölümünde; “Tanrı ruhtur, O’na tapınanlar da ruhta ve gerçekte tapınmalıdırlar” şeklinde söylediği gibi Tanrı’nın kendisi olduğu için yaratılmamış, özellik olarak görünemez Zati Tanrı’nın surete bürünerek görünebilen veya görülebilen Rabb niteliğinde enerjisi, yansıması olarak ezeli ve ebedidir. Tanrı denen varlığın her yerde olduğu inancı veya gerçekliği, evrensel gerçeklik yönünden de “O”nun bir enerji olduğuna işaret etmektedir. Çünkü tüm kozmosun ve iç boyutların her yerinde olabilen, boşluk olmaksızın doldurabilen sadece enerji olabilir ki, çağımız bilimi de toplam kâinatın yapısının enerji formu olduğunu söylemektedir. Uygar çağ kavramı olan enerji sözcüğü, kadim öğretilerde ‘Ateş’ olarak tarif edilmekteydi ki ateş, enerjinin dünyevi ilk formlarından biridir, halen de öyle. Dini mitolojilerde geçen tanrısal ateş benzetmeleri içyüzünde hangi boyut olursa olsun enerji ve ses/titreşim hareketlerini ifade etmektedir. Hz. İbrahim a.s.’ın atıldığı söylenen ateşte yanmayışı, Hz. Musa a.s.’ın yanan çalı veya ağaçtan Elohim ile konuşması, Ateş Yılanı olan Asa’sı ve daha birçok benzer motiflerde olduğu gibi. Şu hâlde Tanrı olan “Ruh”, yarı tanrısal insan varlığında da enerji olarak bulunmakta, kişiyle kendi içinden konuşan vicdani ses olarak tezahür etmektedir. Değil mi ki “O her şeyi bilen” olarak insanı eylemlerinde yap-yapma diyerek kalbinden uyarmakta, sonra da eyleme göre değerlendirerek huzur veya azap vermektedir!

Tanrı, “Rabb” olan “Ruhumuz”, yani terbiye eden vicdani sesimiz ise O sesi dinleyen ya da dinlemeyen kişisel yaşamdaki bilincimiz mi? Tek bedende üç kimlik saklanıyor diyorsunuz. Bunu biraz daha açabilir misiniz?  

Tanrısal kurtuluş, fanilikten bakiliğe geçmektir. Bu kurtuluş fizik olarak değil, ruhsal olarak gerçekleşir. Bu da insanın yaşamında vicdanından seslenen ruhu ile bütünleşerek daha yaşarken ölmeden önce onu yansıtabilecek safiyete erişmesi, “O”nun kulu durumuna gelmesidir. Kalbimizde vicdan perdesinden seslenen tanrısal ruhumuz yaşamımız boyunca her nefesimizde bize eşlik etmekte, her bir eylemimizi gözleyip şahit olmakta, insanı daha ölmeden hesaba çekmektedir! Tanrı’dan kimse kaçamaz, insan nerede olursa olsun ruhu olan tanrısı da vicdanı olarak içinde, takip ve gözetleme yerindedir… İnsanın iç yapısında üç farklı varlık aynı bedeni paylaşmaktadır. 1. Tanrısal ruh, vicdanımızdan duyduğumuz sestir. 2.Nefsimiz, vahşi egomuz, tüm dürtü ve eylemlerimizi kontrol ederek kendi hükmü altına almaya çalışan baskın, yanıltıcı (Maya-El Muzill) enerjiden etkilenen, kendimiz olmayan ama, kendimiz sandığımız varlık. 3.Kişi, kendi bilincimiz, dünyevi ve uhrevi kimliğimiz. Bu fıtri anatomi, varlık olarak görünmeyen iç yapımızı, nasıl bir varlık olduğumuzu anlatmaktadır.

Bu gerçeklerin ışığında yol alabilirsek, evrensel ölüm ve doğum işleyişini, farklı bedenlerle gelişlerimizi kapsayan döngüleri, tekâmülümüz adına daha anlamlı olarak idrak edebiliriz. 

Tanrısal ruhumuz, hayvani nefsimiz ve karar veren kişinin kendisi! Kişi tanrısal ruhunu veya enerjisini dinler, dediklerini yaparsa hayvani nefsine egemen olmakta, baskın hayvani nefsinin-enerjisinin dediklerini yaptığında tanrısal ruhunu susturmakta, tanrısal yayını eliyle kapatmaktadır. Bu sebeple tüm semavi dini ve ruhsal öğretilerin temeli nefs-i emmare veya vahşi ego terbiyesine dayanan ruhsal kurtuluşa işaret etmektedir. Eskilerden aktarımla, merhum babam Ali bey, gençlik yıllarımda bir sohbetimizde her gece yattığında yorgan altı muhasebesi yaptığını söyleyip, tüm yaşamım boyunca yapmamı istemişti. Bu, kişinin günlük eylemleriyle her gün sonunda yattığında uykudan önce örtüyü başı da içinde kalacak şekilde örtükten sonra elini kalbine koyup yaptığı eylemlerle vicdanen yüzleşmesi, yeni bir güne kalktığında hatalarını bilerek telafi etmesi, erteleyip biriktirerek altından kalkılmaz bir hesaba dönüştürülmesini önlemeye yönelik ruhsal bir uygulamaydı… Bu uygulama kendini bilmek, tanımak isteyen insanlar tarafından yapılmalıdır ki yapmaya başladıklarından itibaren farkındalıkları artacak, gerçeklerle yüz yüze gelerek kendi öz ve ego veya nefslerini daha iyi tanımaya başlayacaklardır.      

Üst ruhsal üçüz dediğiniz “Sekine-Ruh-Hikmet” kavramlarını açıklayabilir misiniz?

Oldukça derin-geniş bir konu özet olarak anlatmaya çalışacağım. Fizik ve metafizik âlemler kurulmaya başladıkları andan itibaren düalite yapı ve işleyişe sahiptir ki, bu da bir enerji hareketidir. Bu işleyişi fizikte etki-tepki, metafizikte ise insan varlığında saklı “Kutsal Ruhun”, Kundalini enerjisi olarak ‘eril-dişil’ kutuplarının faaliyetleriyle ruhsal deneyimlerde görmekteyiz. Düalite yasasına göre “Ruh” ve “Sekine” denen iki tanrısal enerjinin birleşerek hareket etmesi sonucu ortaya “Hikmet” çıkmaktadır. Buna verilecek en güzel örneklerden biri de bir ampulün aydınlatma amaçlı yanmasıdır. Pozitif ve negatif kutupların aracı olan flamanla birleştiğinde ortaya ışık çıkarak aydınlatmasıdır. “Ruh” ve “Sekine” de birleştiğinde iç aydınlanmayı sağlayıp, insana o ana kadar hiç bilmediği, düşünemediği ilhamları vererek, hiç göremediği hakikat âlemini göstermekte, kimi gelişmiş kişilere de geçmiş yaşamlarından kesitler sunmaktadır! ‘Peygamberlerin alınlarında parlayan nübüvvet nuru’ denen hikmet, gerçekte iki kaş (Kuran, “iki yay arası” der.) arasından epifiz/pineal beziyle iç boyuta açılan 3. Gözün faaliyetidir. Bu iç faaliyeti yaşayan bir insan için en büyük tanrısal hikmet budur. Bu gerçek üzere birbirlerini etkileyerek kendi tanrısal değerlerini yansıtan hikmetleri ortaya çıkardığı için tanrısal veya ruhsal üst üçüz olarak anılmaktadır. Hz. Muhammed s.a.v.; “Hikmet müminin yitik malıdır”, der! Rabbani ruhu olan insan, “Hikmet” sahibi olamıyorsa büyük bir kayıptadır.

Hikmet nasıl doğar? Bilginin hikmete, gerçek tanrısallığa dönüşmesi için ruhen iç boyutta neler olması gerekir? Bu dereceye nasıl ulaşılır? 

Her şeyden önce ruhu, yani içinde tanrısal şahidi olan bir varlık olarak bilgi ve ahlâk sahibi olmamız gerekiyor. Ruh ve Sekine, bilgili, vicdani ahlâkıyla nefsini arıtarak safiyet kazanan, ruhsal liyakat ehli insanlarla içinden irtibata geçer ki buna tanrısal güvence denir! Bu güvence tanrısal hazinenin, yani gücün nefs ehli sapkınlar tarafından ele geçirilmemesi adına yapılan gözleme dayanarak alınan önlem, yani eylemsizliktir. Bu iki güç, diğer adıyla Kundalini enerjisi bu sebeple yapay etkenlerle harekete geçmez, geçirilemez, dışarıdan gelecek hiçbir enerjiden, güçten etkilenmez. Uyanış, kıpırdanma ve yükselme hareketine sadece kendi, tanrı olan bilincinden gelen hak ediş aşamalarıyla başlar. Temiz eylemler süreçte evrensel bilginin de desteği ile ruhsal titreşimlere, ruhsal titreşimler de yükseldikçe hikmete dönüşmeye başlar ki bu zorlu bir süreçtir. Kapılar açılmaya başladığında iç boyutlarda kazanılan deneyim karşısında susarak korumak, sır ehli olarak hakikate sadakatle bağlı kalmak gerekir! İnsanın nefsi-egosu olduğundan en zor şeylerden biri de sır tutmasıdır. Deneyimler hiçbir kimse ile paylaşılamaz, ima dahi edilemez, çünkü en yakından, içinden ruhu tarafından her an izlenerek takip edilmektedir. İnsan varlığı, içinde tanrısal ruhu yatan en büyük ve yüce bir evrensel yatırdır! Seçkin veya seçilmiş olmak hikmetten gelir ki keyfi değil, hakkaniyete bağlı adalet yüklüdür. Bunun içyüzü ise ‘Yüksek, bilinçli sâf tanrısal titreşimlerin’, sığ titreşimlerle, sığ titreşime sahip varlıklarla muhatap olmadığı, yani yansıyamayışıdır! Güneş ışınları toprağa da düşer ama aynadan yansıdığı gibi yansıyamaz!’

Zülkarneyn’in kim veya ne olduğu, neyi simgelediği bugüne dek hep tartışma konusu oldu. Zülkarneyn’e zamanın sahibi denmesinin nedeni nedir? Sizin bu konuda farklı çağlardan ortak dayanaklarla anlattıklarınız, akli ve ruhi olan tüm soru işaretlerine cevap niteliğinde. Paylaşabilir misiniz bu hakikati?

Ruh-eril, Sekine-dişil enerji prensibi olup, tanrısal düalitenin yapı ve işleyişini oluşturur. Rahmân-Rahîm olan Rabb’den çıkan bu zati güçler, yani enerjiler fizik kozmos yaratımında oluşan kaosu düzene koyan, işleyişini sağlayan, içini varlıklarla dolduran, her şeye yaşam-hareket veren temel prensip olmaktadır. Bu zati prensip Kuran surelerinin en başında ‘B-ism-illâhir-rahmânir-rahîm’ olarak yer almaktadır. Besmeleyi, ‘Allah’ın Rahmân-Rahîm ismidir B’ olarak tercüme ettiğimizde müstakil ‘Ba’ harfinin aslında tanrısal hermafrodit enerji Rahmân ve Rahim’e, yani Rabb’e işaret ettiğini, ‘Ba’ harfinin bu iki zati enerjinin birleşik simgesi olduğu, bu sebeple “Zülkarneyn”, yani ‘İki boynuz sahibi’ olarak isimlenen tanrısal kişiliğin aslında bir benzetme/mecaz olarak bu iki tanrısal enerji prensibinin varlığına simgesel bir gönderme olduğunu anlıyoruz. Kuran, tanrısal iki enerjiye “Nur üstüne nur” da demektedir! Tanrısal iki enerjinin uyandığı ve işleve kavuşarak yansıdığı her insan içyüzünde ruhen “Zülkarneyn”dir! İki enerjiyi titreşimleri nispetinde kalbinde birleştirip “Fuâd” gözünü açarak işleve başlatabilen kişi hakikate vakıf olmaktadır… Kuran’da bu konuda bulunan ayetlere göre “Zülkarneyn”, iki tanrısal enerjinin işlevine sahip, içinden aydınlanmış bir insan olarak yeryüzünde “Biz” denen tanrısal idareci zümrenin her şeye yetkili temsilcisi, sözcüsü ve yine Kuran’a göre de “Biz” tarafından yargılayıcı güçle yetkilendirilmiş bir görevli konumundadır. “Zülkarneyn” sadece Kehf, Mağara suresinde geçer! Bu bir tesadüf müdür? Hayır! Kehf suresi ‘Ashab-ı kehf’, ‘Mağara ehlini’ anlatan suredir. İnsanın omuriliği de bir mağaradır ve o mağarada Kundalini enerjisi denen ‘yedi titreşim’ “Ruh” olan “Tanrı” bulunmaktadır. Hint öğretisinde omurilik için Brahman’ın mağarası ve kavalı da denir! Bâtınî Tanrıbilim Felsefesi ve Kundalini isimli eserimde bu konuyu detaylarıyla yazıp, ayrıca yetinmeyip, Sekine Ruh Hikmet II eserimde 805 beyitlik bâtınî şiirle de yorumladım.  Bu surede ayetlere dikkat edilirse, tanrısal yetkilendirme “Biz” denen zümre tarafından yapılmaktadır! “Biz” diye konuşan kolektif özler hüküm sahibi Zülkarneyn’lerdir. Bu durumda da benzetme olarak “Zülkarneyn” denilen yeryüzünde olan kimlik, aslında “Biz”in; ruhsal-tanrısal liyakat sahibi bir insandan ruhsal yansıması olmaktadır. Kutsal metinlerde ve bâtıni inisiye öğretisinde “Zülkarneyn” hakkında zamanın sahibi ifadesi, tanım ve kavramı bulunmaz, bu ifade zahiri yorumcu ve insanların hakikatten uzak yakıştırmalarıdır. Zaman denilen süre algılaması, yaratılan varlıkların hayali bir forma, kurgu bir rüya âleminde hapsedilmeleridir ki bunun için Hz. Muhammed s.a.v; “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!” “Rabbim bana eşyanın hakikatini göster”, demektedir! Zahir ve batın tüm formların tek sahibi Rabb olan Allah’tır. “Zülkarneyn” denen tanrısal zatlar, variyet değil, ariyet olarak bu formda söz sahibi idarecilerdir ki bunu Kuran’da “Biz” denen özlerin yaptıkları işler ve işlevlerinden apaçık görmekteyiz. Zülkarneyn konusunda sanat tarihinde de hayli ilgi çekici, düşündürücü önemli çalışmalar yapıldığı görülmektedir. İnisiye Michelangelo’nun eseri ‘Boynuzlu Musa’ heykeli ile yine bir inisiye olan Leonardo Da Vinci’nin ‘Vaftizci Aziz Yahya’ portresi tanrısal hermafrodit sırra farklı bakış açılarından çalışmalarla yapılan bir göndermedir… ‘Bâtıni Tanrıbilim Felsefesi ve Kundalini – Kadim Bilgelerin Tanrısal Öğretisi’ kitabında bu konuyu geniş detaylarıyla kaleme almıştım.

“Tabut-u Sekine”, “Hz. Musa’nın Ahit Sandığı” olarak anılan mecaz ifadelerin içyüzünden, verilmek istenen tanrısal veya ruhsal mesajdan bahsedebilir misiniz?

“Sekine’nin tabutu” ve “Hz. Musa’nın ahit sandığı” içyüzünde aynı tanrısal hikmete işaret etmektedir. Tevrat’ta geçen “Ahit sandığı”, Kuran’da “Sekine’nin tabutu” olarak anılmaktadır. Her iki tanımda bir benzetme/mecaz olarak insana ve içinde saklı tanrısal güce, enerjilere işaret eder. Ahit sandığının üzerinde kanatlarını açmış karşılıklı duran iki melek tasviri vardır. Bu iki meleğe ‘Kerubi’ denmektedir. Kuran’da “Mukarrebin” denen, “Rabb’e yakın olanlar” sınıfına denk gelen ruhsal zatları ve güçlerini-enerjilerini ifade eder. Bu iki melek tasviri sandıkta, yani tabut olan bir insanın fizik bedeninde uyuyan tanrısal enerjilerin simgesidir. Bu iki enerji tanrısal hermafroditin yapısıdır ki ruh olan Tanrı’yı temsil eder. Karşılıklı duran Kerubiler, “Sekine ve Ruh” kutuplarına dair bir benzetmedir. Kuran’da geçen “Kiramen kâtibin melekleri” ile namazda “sağ ve sol tarafa yapılan selâmlama” da bu gerçeğe işaret eden simgeler olmaktadır. Eren veya ölen insan bu gerçeği adım attığı iç boyutta yaşayarak görmektedir. İçinde tanrısal ruhu olan insandan başka hiçbir dünyevi obje, yapı, nesne, ne olursa olsun ki buna mabetlerle diğer tüm kutsal yerler, yapılar, eşyalar da dahil olmak üzere tanrısal gücün-enerjinin meskeni, ikametgahı, yansıdığı yeri olmamıştır, olmayacaktır da. Ahit sandığı, insanın kendi tanrısal özü ile yaptığı ahdin simgesidir. Tanrısal güçler bu bağlamda “Ruh” ve “Sekine” kutupları olarak tabut olan fizik bedenin içinde bulunan şeffaf bedenin en içinde, merkezinde bulunmaktadır. Dişil prensip Sekine veya Şakti kutbu, eril prensip ruh kutbunu tetikleyip birleşerek başa doğru yükselen enerji hareketidir. İlk buluşma yerleri kalpte bulunan “Fuâd” gözü, diğer adıyla Anahata çakra denen merkezdir. Burada birleşip hermafrodit enerji olarak başa doğru yükselişine devam eder, nihayet iki kaş arasında mevcut perdeyi aşarak iç boyutu görmeye başlar. Tanrısal veya ruhsal yükseliş göklere doğru değil, iç boyuta içeri girilerek gerçekleşir. Bu tanrısal olayda başrolde “Sekine-Sophia-Shekinah-Şakti” denen dişil enerji yer almaktadır ki bu sebeple “Sekine’nin tabutu” veya “Ahit sandığı”, denmektedir. Sekine denen enerji, tabut denen insandan eşi Ruh ile içeride birleşip kapağını açarak çıkmak ister… Rahmân’ın eşi Rahîm ise, Ruh’un eşi de Sekine’dir… Ruh ve Sekine, insan varlığının tanrısal tekamülü adına ömürle sınırlı da olsa bir nevi hapis hayatı yaşadıkları fizik bedenden ya ölümle yada kişinin ermesiyle özgürlüklerine kavuşmakta, dünyevi yaşam süresinde uyanışını yapamamış insanlar nezdinde üzüntü, ıstırap çekmektedirler… İnsanın dünyaya gelirken içinde saklı tanrısal güçleri uyandıracağına ve onları kendisinden yansıtarak hükümran kılacağına dair tanrısal özüne verdiği sözün sembolik bir ifadesidir. Her insan bunu başarmak için yaşayıp çalışmalıdır ki “Dini Hanif Uygulama” budur, bunu başarmaktır. Bu konuda insanlara verilmek istenen tanrısal veya ruhsal mesajın açılımı; Kuran Rum suresi 30. Ayette özellikle insan ve din-inanç ayrımı yapılmadan belirtilen, Hz. Muhammed’e tekil olarak hitaben; “Yüzünü, Hanif olarak dine çevir. Allah insanları o fıtratı üzerine yaratmıştır. Allah’ın fıtratında (yaratılış-yaratış) değişme yoktur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” demektedir.

Tanrısal Ruh ve Sekine, dili, ırkı, milliyeti, rengi, inancı, dini ne olursa olsun her insanın “ortak tanrısal yaratım doğası/fıtratı” gereği içindedir!

“Yüzünü hanif olarak dine çevir” ifadesinden en anlamalıyız?

Tüm insanlar için aracısız, kişisel iç uygulamaya yönelin anlamındadır. Bu gerçeğe bağlı olarak ahitlerini/sözlerini vicdan kıblesinden yerine getiren insanların da Erenler, Bilgeler olduklarını anlıyoruz. Hz. İsa Mesih, “İbrahim’in çocukları olsaydınız, İbrahim’in yaptıklarını yapardınız”, der. Tanrısal Ruh ve Sekine, dili, ırkı, milliyeti, rengi, inancı, dini ne olursa olsun her insanın “ortak tanrısal yaratım doğası/fıtratı” gereği içindedir! İnsanlara tanrısal özleri olarak aynı yakınlıkta olup, yine hiçbir ayrım yapmadan tüm insanlara kalplerinden vicdanları olarak seslenmektedir. Bu gerçeği de “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.” ayeti ile buna bağlı olarak insanların içlerinde, vicdanlarından bizzat şahit olarak yaşadıkları doğrulamaktadır. Ayrım olmaksızın yeryüzünde doğan her insana içinde saklı ruhu ile tanrısal hakikate erme hakkı verilmiştir, dünya âlemi bu hakkını kullanan ve kullanmayanların ayrıştığı, ruhsal kazanım değerlerini ortaya çıkaran, liyakat ehlini belirleyen sınav yeri, tanrısal mihenk taşı olmaktadır.

Sekine ‘kalplere sükûnet veren rahmet’ olarak açıklanıyor ancak siz Sekine’nin hakikat değerinin bundan çok fazlası olduğunu söylüyorsunuz. Başka neler söylemek istersiniz “Sekine” hakkında? Kuran’da bu sırra nerelerde işaret ediliyor?

“Sekine” muhatap olduğu insana huzur, iç ferahlığı verir! Tanrısal hakikati, içyüzü bilmeyen, ruhen deneyimlemediğinden kavrayamamış, o enerjiyle tanışma anını tadıp görmemiş idrak sahipleri için bu kabuk bir tanımdır. Hakikatin hakkının içinden, özden verilmesi gerekiyor. Zât’ın perdesi (Mulaprakrti/Mula Prakrti-Hinduizm-Ain Soph-Kabala) olarak tüm iç boyutlara-katlara, ruhsal zatlara, titreşimlere hükümran olarak fizik kâinatın da yaratımına rahîm olan evrensel annemizi, eşsiz enerjiyi bu kadar sığ bir işleve indirgeyerek tarif etmeye hakkımız olabilir mi? Aşk olsun “Sekine” olarak adlandırılan zati güç-enerji kesintiye uğrar ise tüm iç boyutlar, titreşimler, fizik kozmos da dahil her şey yıkılır, Tanrı’nın yaratım işlevi durur! Bu gerçeğe tanrısal bir örnek vermek gerekirse; ‘Besmeleden “Rahîm” ismini çıkardığınızda ne olur? Rahmân, Rahîm kutbu olmadan Rabb olarak yaratıcı, idareci olamaz! Bu gerçeğe bağlı olarak “Errahmânirrahîm” ayrılamaz olarak zikredilir ki bu da “O”nun Rabb olarak evrensel önem ve işlevine işaret eder. Tanrısal derin konularda ince, detaylı yüksek bilinçle düşünmek gerekir ki bu da sadece akıl yürütmekle olmaz, ruhsal deneyim, bilgi, ilim, hakkaniyet ve nezaket gerekir. Bâtıni ilim; akli ve ruhsal olgunluk, yüksek kemâlâttır. Huzur bir olaya bağlı aniden beliren mutlu edici bir duygu olarak yansır, kişi bunun kısa dalgalı bir enerji hareketi olduğunu bile anlayamazken Sekine’nin yüksek titreşim içeren hareketini yaşamadan nasıl idrak edebilir? Sekine, Sophia, Şekinah veya Şakti hakkında yapılan zahiri tarifler denize girmeden, dalmadan denizi, içini tarif etmeye benziyor. Bu örneğe ek olarak körlerin fil tarifini de verebiliriz. “Sekine” sözcüğü, Kuran’da sadece dört ayette, çok önemli işaretlerle hakikatin, işleyişin içyüzü olarak zikredilir. Hz. Muhammed’e mağaraya sığındığında tek kişi olarak, sınırlı sayıda mümine, kalben temiz insanlara da mücadele esnasında indiğini söyler ki bunlardan biri de Hz. Âli olmaktadır, diğeri de Bakara suresinde Musa ve Harun’un bakiyesi yani tanrısal mirası olan tabut benzetmesinde yer almaktadır. Bakara, inek anlamında dişil prensibe işaret ederken, Sekine’nin tabutunun da bu surede zikredilmesi önem arz ediyor. Hz. Musa a.s. Mısır’da doğmuş, oradan çıkmıştır, Eski Mısır’ın tanrısal öğretisine vakıf olduğundan burada ona da saklı bir işaret söz konusudur. Semavi inek figürü Eski Mısır’da Göksel İnek Hathor’un, yani evrensel kutsal annenin simgesidir. Sekine, ‘mesken tutan’ anlamında, nefsini arıtmış bir insanın kalbini mesken edinen demektir. Sekine denen tanrısal güç, insan kalbinden enerji olarak yüzünü gösterir ki bunun insanların sevindirici bir olay, bir zorluğu aşmaları karşısında duyduğu duygusal huzurla hiçbir benzerliği yoktur. Huzur, nefsani tatmin anlamında bilmeden, yaşamadan tarif ettikleri olay, “Kalpte olan Fuâd gözünün işlevidir”, diğer anlamda Anahata çakranın işlevidir ki kişi bu enerjinin hareketine şahit olarak gerçeği biliyor ise tanrısal bir güvene onunla konuşarak kavuşur! Yaşamayanlar tarafından bilinmeyen önemli bir husus da “Fuâd” veya “Anahata çakra”nın faaliyetine nasıl başladığıdır. O ateş tutuşmaya başladı mı, yani enerji hareketinin başlamasına işaret ediyorum. İçinizden tarifsiz bir durumda yandığınızı hissederken, el ayanızı göğsünüze bakacak şekilde iki karış uzağından tuttuğunuzda ısındığına şahit olur, o enerjinin içeride yanma hissi verirken dışarıya doğru da hafiften fışkırıp-taşarak uyanmaya başladığını anlarsınız! Sekine olmadan hakikate erilemez, tanrısal perde açılamaz, ruhsal veya tanrısal derece kazanılamaz, dünya kurulalı beri böyledir, böyle olmaya da devam edecektir, bunu eserlerimde de yazdım. Tanrısal hakikate erişmek kolay olsaydı, sokaklarda erenlerden geçilmez, insanlık âlemi ruhen geri kalmış bir durumda olmazdı… Tanrısal dişil prensip olan enerjinin birçok tanrısal öğretide, dinlerde temel yeri ve işlevleri anlatılır. Hinduizm’de ‘Şakti’, Zerdüşti öğretide ‘Spenta Armaiti’, Yahudi rabbinik litaratürde ‘Shekinah’, Eski Mısır’da İsis, Antik Yunan’da ‘Afrodit’, Roma’da ‘Venüs’, Antik Anadolu’da ‘Kybele’, Efes’te ‘Artemis’ olarak anılmaktadır.

Tabir ettiğiniz haliyle; insanın içindeki saklı tanrısal güçleri uyandırarak ve onları kendisinden yansıtarak hükümran kılmasının Kadir gecesi ile olan ilişkisinden bahseder misiniz? Kadir Gecesi tabiri nedir?

Hikmet, “Sekine” ve “Ruh” enerjilerinin insanın içinde birleşme hareketinden doğan semavi, yani ruhsal bir olaydır. Kuran’da “Bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi” olarak ifade edilen hakikate erme anıdır, en büyük tanrısal hikmetlerden biridir. Kadir anına gece denmesi, fizik bedenden şeffaf bedenle çıkıldığında ya da 3. Gözden iç boyut müşahade edildiğinde ilk sahne yarı aydınlık, loş bir durumda temâşa edilir ki bu, Kadir gecesi olarak ifade edilmiştir. Bu ruhsal olay fizik ve metafizik sınırlara işaret eder. Bin ay mecaz olarak yaklaşık 83 yıllık bir ömürdür. Kadir güç, kuvvet, çağımız tabiriyle enerji anlamındadır. Görüntü, ses, söz ve yüksek anlam ifade eder, hayret derecesidir! İlk defa yaşayan bir insan yaşadıklarına hayretler içinde kalarak adeta dili tutulmaktadır… Gök sofrasına açılmış kapıdır! Tanrısal katların görsel fethidir! Erenler meclisidir! Yüce Tanrı’nın huzuruna kabul edilmektir! Bilginin, ahlâkın, çalışmanın, özet olarak erdemin hikmete, bilgeliğe bürünmesidir! İnsani yüksek değerlerin tanrısallığa dönüşmesi için Hz. Muhammed’in dediği gibi; “Ölmeden evvel ölmek” yani, ‘Ermek’ gerekir ki bu da “Sekine-Ruh” enerjilerini harekete geçirmek adına nefs terbiyesi uygulayıp, büyük bir disiplin ve yüksek titreşimli aşkla, adeta için için yanarak çalışmalı, bu niteliklere sahip örnek bir yaşamla yol alınmalıdır. Bu durumun kısa sürede veya bir yaşamda gerçekleşmesini beklemek doğru olmayacaktır. Ancak bir önceki yaşamını, karmasını, ruhsal liyakatini bilmeyen insanların birikimlerinin ruhsal hikmete dönüşecek olmasını da göz ardı edemeyiz. Bu sebeple hiçbir karşılık, çıkar beklemeden yüksek disiplinle ahlâklı olarak, yani her an vicdandan aklanarak, kendine güvenerek, sadece çalışılmalıdır. Meyve olgunlaşmadan yenmiyor, tanrısal özler de nefs ehli hamlara perdeyi hakikati yağmalamasın diye açmazlar, uzun ve zorlu bir süreçtir, liyakat kazanılarak yol alınır, ayrıcalık-kayırmaca yoktur, takdir Hakk olan özündür. Tanrısal-ruhsal dereceler bir merdiven gibi alt basamaklardan yani, alt titreşimlerden başlayarak aşamalarla yükselir. Bu da birçok yaşamları içine alarak tek başına koşulan en büyük evrensel ve tanrısal maratondur.

POZİTİF DERGİSİ 2021/03 tarihli 40. sayıda YAYINLANMIŞTIR

Röportaj: Burcu Öztınaz Kömürlü

2. BÖLÜM

tanrısal ruhun anahtarı

“KUNDALİNİ”

İnsanı yeryüzündeki ölü konumundan, göksel diri konumuna yükseltecek tanrısal formülün Kundalini enerjisi olduğunu söyleyen Malik İlyas Tanrıbağı; evrensel bilgelikte ve dinlerde saklı tek mesaj olan erme öğretisi hakkında hakikatleri paylaşıyor.

Kitaplarında tanrısal felsefenin özünü, birçok din ve kadim öğretideki sembollerin içyüzleriyle anlatan Malik İlyas Tanrıbağı ile söyleşimizin ikinci bölümüne devam ediyoruz. Önceki sayımızda üst ruhsal üçüz “Sekine-Ruh-Hikmet” kavramlarına değinmiş, tanrısal düalist yapı içindeki dişil ve eril enerjilerin işleyişlerini konuşmuştuk. Malik İlyas Tanrıbağı, tüm dinlerin aynı temel gerçek üzerinden doğduğunu ortaya koyuyor ve Hz. İbrahim’in putsuz öz dininin “yaratımın ortak fıtratı” olduğuna işaret ederken; Musa’nın Asası, tanrısal ateş yılanı Kundalini enerjisi hakkında bilgiler veriyor.

Hermafrodit-Androjen yapı olarak tabir edilen, yani çift enerji işlevleri olanların beklenen Mesih/Mehdi çağını ortaya çıkaracağını söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? 

Bâtınî öğretide zikredilen Hermafrodit veya Androjen kavramlarının dünyevi değil, tamamen soyut enerji faaliyeti olarak idrak edilmesi gerekiyor. İçindeki tanrısal özlerini bulan, perdeyi kaldırarak hakikate ererek vakıf olan, kâlp gözünü aralayan veya açan, açacak liyakate sahip insanların çağına işaret ediyorum. Bu çağda özlerin yansıması gerçek aydınlanmanın, “Ruh ve Sekine”nin kâlplerden tecelli ederek temiz eylemlerle tanrısal hikmetlerin yeryüzünde hükümran olmasıdır. Bu bir ütopya mıdır? Her insanın içinde “Ruh-Sekine” olduğu sürece ilerleyen süreçte insanlığa bağlı olarak gerçeğe dönüşebilir tanrısal bir proje olamaz mı? Bunu, tarihten rivayet de olsa bir örnekle taçlandırmak gerekirse; “Hz. Yahya’nın vaftizi İsa’yı Mesih yapmıştır!” Bu olaydan sonra ‘İsa’, ‘İsa Mesih’ olarak anılmaya başlamıştır! Şu hâlde her insanda özüne ererek, yani içindeki tanrısal enerjisini uyandırıp başına yükselterek ‘Mesih’ olma potansiyeli vardır ama, saklıdır! Bu kazanımı tanrısal kurtuluşumuz adına gerçekleştirmek üzere çalışmamız gerekmiyor mu?

“Tanrısal dişil enerji uyanmaya başladığında bilin ki ruhsal değişim başlamıştır” diyorsunuz, bunu ruhsal emzirme olarak da tanımlamışsınız! Ruhsal emzirme nedir?

Tanrısal dişil prensip, ‘Sekine, Kutsal Dişil Ruh-ül Kudüs, Sophia, Şakti’ isimleriyle anılan çok güçlü eşsiz bir enerjidir. Semavi anne olarak ruhen doğan, yani kâlp gözünü açan insanları ilmiyle, hikmetleriyle beslemeye, desteklemeye başlar ki buna ‘Kutsal emzirme’ diyorum. Antik Mısır tanrıçası Hathor için yapılan Dendera tapınağında ona ait bir duvar tasvirinde kutsal göksel inek Hathor’un memelerini emen, başında ‘Uraeus yılanı’ (Mısır kobrası) olan bir hanedan üyesi olarak resmedilmiştir ki bu simge, ruhsal veya tanrısal kutsal emzirme olarak tanımlanır. Hathor tanrısal dişil prensip olarak ilerleyen süreçte İsis’e dönüşecektir. Bu bağlamda kutsal emzirmeye, İsis’in oğlu Horus’u emzirdiği tasvir edilen heykeli de örnek verebiliriz. İsis ve Osiris’in oğlu olan Horus gök tanrısı ve her şeyi gören şahin başlı Horus Ra’nın göz motifiyle hakikati temsil eder. İsis’in kucağında başında Uraeus olan çocuk Horus tasviri daha yeni ermiş bir kişinin evrensel dişil prensip tarafından ilimle beslendiğine, tanrısal titreşimlerin veya derecelerin yükseltilmesine işaret etmektedir. Özüne eren her insan “O”nun tarafından ilim ve hikmetle emzirilir, batıni öğretide süt, ruhsal ilmin simgesidir… Gerçek hakiki kurtuluşumuz için vicdan kıblesinden ruhumuza, özümüze yönelmeli, dediklerini yaparak ona aşkla, sadakatle sarılmalıyız ki biz bu dünyadan ayrıldıktan sonra o da bize bir tül gibi sarılıp refakatle Ay’ın ötesine geçirerek yüksek titreşimlere götürebilsin.

“Tanrı’nın Sekine’si kalbe indi mi Hz. İbrahim gibi seninle dost olur” bu sözden ne anlamalıyız. Kitaplarınızda özellikle vurguladığınız Hanif Din nedir? Semavi dinlerin atası İbrahim Peygamber’in putsuz öz dini nasıl uygulanmalı?

Gerçek dini öğreti tanrısal ruhumuza, Tanrı’ya varmak için uygulanan metot, izlenmesi gereken yol haritasıdır. Dış yüzde verilen kutsal mesajlar bunun sağlanması adına önerilen uygulamaları içermektedir. Bu durumda döneceğimiz en kutsal yön veya yer kendi kalbimizdir! Kalbimizden bize her konuda doğruyu söyleyen, doğruya işaret eden, olumlu adil eylemlere yönlendiren yanılmaz bir ses hitap etmekte, sessiz sesi sadece kişi tarafından duyulmaktadır, buna iç ses, vicdanımız diyoruz. “Dini Hanif olarak uygulama” bu gerçektir! Tüm insanlara ayırt edilmeden bu hak verilmiştir ki bu sebeple “yaratımın ortak fıtratı”, formülüdür. İstisna olmaksızın her peygamberin, bilgenin, erenin gittiği tanrısal yoludur. Rûm suresi 30. Ayet bunu apaçık aklı olan, düşünerek idrak edecek her insanın anlayabileceği açıklıkta söylemektedir. Sekine, Tanrı’nın enerjisi olarak temiz bir kalbi mesken tuttuğunda, yani onunla irtibat kurduğunda, ondan yansımaya başladığından Tanrı o kişiyle dost olmuştur. O temiz kişi, Tanrı’yı kalbinde Sekine-Ruh olarak en değerli kutsal konuk olarak ağırlamaktadır. Bir insan için bundan daha büyük bir onur, kutsallık yoktur, olamaz… Tanrı’nın olduğu yerde ona götürmeye çalışan yol olan dinler sona ermiştir, yol bitince eve girilir. ‘Hanif uygulama’ kişi ile kalbinden seslenen kutsal ruhu arasında bir yaşam olduğu için aracı hiçbir kimseye asla ihtiyaç yoktur. Bu gerçeğe bağlı olarak İslâm dini dahil tüm dini öğretilerde ruhban aracı sınıf yoktur, olamaz. Her insan bu irtibatı kendi içinden tek başına sağlamak, son nefesine kadar da böyle yaşamak zorundadır. Hz. İbrahim’in, diğer peygamberlerin ve Hz. Muhammed’in putsuz öz dini, dünyevi sözde tanrısal aracıları aradan çıkarıp, ilişiklerini keserek, kendi Tanrı’sı olan ruhu ile her nefeste birlikte yaşaması, her anını onunla paylaşması, “O”nun dediklerini yaşama geçirerek arınması, ruhsal liyakat kazanması, hakikat üzere erme yoluna aday olmasıdır… Tanrısal öğretilerin üzerine binlerce yıl hakikatle bağdaşmayan sonradan eklemelerle örtülen, gerçeği saklayan kalın örtü kaldırıldığında, yani ilk verilen hakiki semavi anlamına kavuştuğunda, tüm dinlerin aynı temel gerçek üzerinden doğduğu ortaya çıkacaktır ki bu da “İbrahimi Hanif” uygulama denen vicdan kıblesine yüzünü dönmektir. Tüm insanlar bu gerçek üzere hakikate eşit mesafede yer almaktadır. Beklenen tanrısal kurtarıcı bu gerçekte saklıdır, “O” her insanın kalbinde olan kendi ruhudur.

“İsa Mesih, fıtrat yasası gereği her insanın özüdür, kıyamet şahididir” diyorsunuz. Kuran’da da bununla ilgili bir ayet var. Bunu bize biraz açıklayabilir misiniz? İsa peygamber neyin simgesi?

Kutsal metinlerde geçen “İsa Mesih” benzetmesi, sadece “Mesih” olarak “Ruh ve Sekine”nin timsalidir. İsa Mesih yan yana kullanılırsa, İsa isimli eren bir kişinin Mesih olan özüyle birlikte anılmasıdır. Mesih, mesh edilmiş, yağla sıvazlanmış anlamına gelir. Bunun içyüzü “Sekine” vaftizidir. Sekine vaftizi, yani Sekine enerjisi ile kutsanma tanrısal-ruhsal içyüz olayıdır, dış yüzde suyla yapılan vaftiz buna bir simge, bir benzetmedir. Sekine’nin simgelerinden biri de yağdır. Kişinin tanrısal hermafrodit özü “Ruh ve Sekine” olarak yaşamının her anına kalbinden, vicdanı olarak şahittir. Bu sebeple kişisel ölüm veya erme anı olan kıyamette kişinin özü, içinden şahidi olarak çıkar, kişi özünün şahitliğinde yargılanır. Bu içyüz gerçeğine bağlı olarak Kuran; “O onlara şahitlik edecektir”, der! Bu tanrısal şahit, tarihte yer alan İsa Mesih karakteri değildir.  

Şiirsel anlatımla şöyle özetlemişsiniz: “Ermek istiyor isen İbrahim gibi ol hanif. Kundalini’ni kaldır, Hakk katında ol naif. Evrensel gerçeklere erenlerin yolu bu. Kundaliniyi kaldıran oldu Biz’!er mensubu” Batıni Tanrıbilim Felsefesi ve Kundalini adlı eserinizde ruhsal evrensel ortak mesajın Kundalini olduğu anlatmışsınız. Kundalini nedir?

Kadim dünya bilgelerinin çağlarında kullandıkları mecaz tanrısal simgeler günümüzde geçerliliğini korusa da farklı çağlarda yine bunların içyüzünü bilen, ruhsallığını deneyimleyen bilgeler, erenler, peygamberler tarafından içyüzündeki mana denkliği tahrif edilmeden yeni isimlerle de anılır olmaktadır. Sanskritçe Kundalini sözcüğü de bunlardan biridir. Kunda veya Kundalini, insan varlığının kuyruk sokumuna denk gelen şeffaf bedeninde çöreklenmiş bir yılan gibi uyuduğu varsayılan gizemli enerjiye verilen benzetme isimdir. Yılan simgesi onun sessiz, ani hareketinden dolayı kabul görmüştür, diğeri de insan omuriliğinin dikleşmiş yılana benzemesidir. Hint öğretisinde hangi çağda kullanıma alındığı bilinmiyor. Upanishadlar olarak bilinen Vedik Çağ Yoga öğretisiyle bilinmeye başladığını, bunun da MÖ 1000-500 arasına tarihlendiği söylenmektedir. Bu da Vedik Çağ öncesi çok daha kadim çağlarda ruhsal bir öğreti olarak uygulandığına işaret etmektedir. Çünkü temeli bilgeliğe dayanan hiçbir ruhsal-tanrısal öğreti bir günde, bir yılda, on yılda ortaya çıkmamıştır ki tarih olarak Upanişadlardan asırlar önce MÖ 3000’lerde Antik Mısır mabet duvarlarında inisiyetik dilde Kundalini sözcüğünün görsel resmi olan ‘Mısır Kobrası’ yer alıyordu. Bu ruhsal felsefe disiplini insanın içinde saklı tanrısal güçlerin açığa çıkartılması amacıyla seçkin, bunu hak eden ruhen gelişmiş insanlara aktarılan bir öğretidir. Bu kadim bilgelik iç uyanış, aydınlanma öğretisine göre insanın içinde mevcut tanrısal enerjilerin faaliyete geçirilmesi için bir disipline ihtiyaç vardır ki disiplin bu enerjiyi uyandıran üstatlar tarafından belirlenmiş ve süreçte Yoga öğretisi olarak ortaya konulmuştur. Bu disiplinlerden biri de ‘Kundalini Şakti’ enerjisinin uyandırılmasıdır ki İslâm ve Yahudi mistizminde ‘Sekine – Şekinah’ın tecellisi-zuhuru’ olarak zikredilme denkliğidir. Bu gerçeğe göre dini öğretilerin gizli, açığa çıkmamış temel bileşenleri aynı semavi kutsi değerleri taşımakta ve yansıtmaktadır. Kundalini Şakti, insanda saklı ‘Dişil Ruh’ül Kudüs’ veya ‘Sophia’, “Sekine” denen ‘Eril Prensip Ruh Kutbu’nun eşi olan tanrısal prensiptir. Bu bakımdan mitolojik yaratımda yer alan Âdem ve Havvâ figürleri de evrensel iki enerjinin dünyevi, yani madde formunda ortaya çıkan simgesel serüvenine işaret etmektedir. Bu iki enerji yeryüzüne eril ve dişil kutuplar olarak maddi-yoğun formda evrimin hazırladığı fizik beden olan zarfı giyerek süreçte insan türünün içinde yer almıştır. Kundalini enerjisi hermafrodit olarak insan türünün içinde tanrısal işleyiş tarafından anne karnında 9-10. Haftalarda monte edilmekte, bu monte ile birlikte de kâlp atışlarıyla yaşama başlamaktadır. Bu tanrısal olay dini öğretilerde “Âdem’e ruh üflenmesi”, “Yehova’nın Âdem’e burun deliklerinden üfleyip yaşam vermesi” olarak anılmaktadır. Kundalini enerjisi, Kutsal Ruh ve Sekine, bu iki enerjiyi dengeli olarak paralel yükselişle yukarı başa doğru kaldırmak ise en büyük tanrısal hikmet olan hakikate ermektir… Hz. İbrahim ve diğer peygamberlerin bunu sağlayan yolu “Hanif uygulama” disipliniyle anılır ki tüm bilgelerin değişmez yoludur. Bektaşi öğretisi de bunu tüm gizleri içinde barındıran özdeyiş bir tarifle ‘Erenler Yolu’ olarak zikretmektedir.

Kundalini enerjisini harekete geçirecek olan nedir? Kundalini yoga teknikleri ne kadar etkili? Bu teknikleri uygulamadan da, ruhsal birikimle doğal olarak uyanabilir mi? Nefs terbiyesinin yanı sıra nasıl uygulamalar yapılmalı?

Yoga öğretisi ve uygulamalı teknikleri her şeyden önce bir disiplindir. Disiplin olmadan sadece yoga öğretisi değil, hiçbir ruhsal gelişim amaçlı öğretide ilerleme ve sonuç alınacak erim sağlanamaz. Yoga teknikleri bilgelerin ruhsal gelişim disiplinlerinden doğan uygulamalar olup, aktarılarak korunmaktadır. Her şeyden önce nefsani terbiye ile arınma sürecinden geçilir ki bu süreç ahlâk kurallarının da uygulanmasını, vicdan yasasına bağlı yol alınmasını içerir. Sağlıklı beden ve ölçülü beslenme fizik bağlamda önemli bir yer tutarak bir bütün halinde gelişime işaret eder. Kundalini enerjisinin hareketi liyakate dayanır, kişinin o yaşamına, hatta o anına kadar ki tüm tekâmülü söz konusudur. Her insanın ruhsal tekâmülü kadar derecesi, derecesi kadar da enerji hareketine muhataplığı olmaktadır. Bu ruhsal olayın yaşanması topyekûn ciddi bir birikimi, liyakati gerektirir, vicdani ahlâk bu birikimin temel taşı, tanrısal sigortasıdır. Yoga tekniklerini uygulamadan da bahsettiğim disiplinle bu enerjinin hareketi sağlanabilir ancak, bu hangi yaşamda ortaya çıkar kimse bilemez, bilinemez. Bu gerçek yoga uygulamaları yapan bir insan için de geçerlidir, zira yoga tekniklerini uygulayan her kişinin iç uyanışını belirli bir süreçte yapması gerekirdi! Böyle olmadığına, gelişmişliğe bağlı uyanış gerçekleştiğine göre, bu gerçeği görerek özümseyip çalışarak sabırla yol almak gerekir. Horasanlı Melâmi Sufiler, Eren Bektaşi Babaları Yoga tekniklerini uygulamadan iç uyanışlarını yapmış, Kundalini enerjileri harekete geçmiş zatlardı. Doğal olarak uyanış hamleleri yaşanabilir ki kalben temiz birçok insan bunları yaşamakta ama anlam verememekte, hatta çok korkmaktadır. Bir metoda, öğretiye bağlı olmadan da bilgi sahibi olarak yüksek bilinçle ne istediğini bilerek uygulanan disiplin doğal yoldur, en tehlikesiz, en güvenli, en huzurlu uygulamadır. Kişi kendine malik olarak zarar verici eylemlerden vicdanına uyarak uzak kalıyor, bilinçle pozitif eylemlerde bulunuyorsa sağlıklı bir uygulamadır. Bektaşi öğretisinin felsefesine göre dışarıya açılan eylemlerimizi ‘Eline, Beline, Diline Sahip Olarak’ kontrol altına alabilmekte, bu uygulamayla da nefs terbiyesi yapabilmekteyiz. Kişinin ruhsal kıvama gelmesi önemlidir, demir tavında dövülür misali. Yoga disiplini ve uygulamalı teknikleri kişiyi ruhen ve fiziki olarak dingin kılabilir, yarar sağlanabilir ama, hakikate baktığımızda hiçbir tekniğin özümüze varış yolunu liyakat ehli olmadan, hak etmeden, arınmadan kısalttığı görülmemiştir… Yoga teknikleri uygulanacak ise süre kaybetmemek, boşa kürek çekmemek adına bu öğretinin ehlini bulup, disiplinle yılmadan, of demeden, ne zaman aydınlanacağım diye düşünmeden aşkla çalışmak önem arz ediyor. Hakikat yolunun tek, değişmez ve evrensel mürşidi ‘VİCDAN’dır! Çünkü “O”, Tanrı olan “Ruh”un sesidir, öğretisidir! O’na eren kurtulur.              

Kundalini enerjisini ayağa kalkması nasıl deneyimlenir? Bunun insana getirdiği nedir? Bu uyanış dediğimiz şey midir? 

Kundalini enerjisi hareketinin farklı aşamaları vardır ve her insanda farklılık gösterir, ancak ortak temel benzer özelliklerini açıklayayım. Okuyucular bu aşamaları, benzetme olarak insanın içinde yaşadığı küçük, orta ve büyük kıyametler olarak idrak edebilir.

1.Uyanış, “Sûr”a üflenme hazırlığı, alt titreşimde faaliyete başlama, heyecan hali, sezgilerin güçlenerek artması, kişinin olur-olmadık davranışlarla (Zarar verici değil) savrulmaya başlaması, ne olduğunu bilmediği daimî bir beklenti halini yaşama sürecine girmesi, sık olmasa da rü’yetlerin kendini göstermeye başlaması.

2.Kıpırdanma, “Sûr”un hafif üflenmesi, titreşimin hafif-orta düzeyde yükselmesi, minik bir sarsılma, ecelim geldi galiba ölüyorum kâğıt-kalem versinler de vasiyetimi yazayım diye düşünmesi ki bu duruma Kuran’da “O gün can boğaza dayanır” ifadesiyle işaret edilmesi, sonra ne yaşadığı konusunda derin düşüncelere dalması, mana olarak göremediklerini fark etmeye, olaylara elinde olmadan doğal olarak farklı açıdan bakarak içyüzlerini görmeye başlaması. 

3.Yükselme aşamasına geçmesi, “Sûr’a üflenmesi”, sarmal bir hareketle birbirine sarılarak-dolanarak tırmanışa geçmesi (Kuran Kehf suresi 17. ayette bu sarmal harekete “makasladı” der!), sert, ürkütücü, son anım şimdi ölmek üzereyim denen, insanın nutkunu tutan çok güçlü bir hissetme, iç zelzele, büyük yıkım, hücrelerin dağılır gibi olması, tüm yaşamının yıldırım hızında göz önünden geçmesi, Kuran’ın bu duruma “kıyameti yaşayan canın özünün incikten kalktığında” diyerek işaret etmesi, titreşime, Kurani tabirle “Sayha” denen bu sese dayanamayan fizik bedenin ölmesi, ya da dayanan fizik bedenle, “Kadir gecesi” anını yaşayıp hakikate ermiş olarak “Ölmeden evvel ölerek” yaşama devam etmesi, “Ruh”un başa yükselip “Arz” olan kişiden o andan itibaren hükümran olması, tanrısal iç boyut serüvenlerinin başlaması, kişinin beden tahtından çekilip, “Ruh ve Sekine”nin dünyevi tahtına kişiden oturması…

“Tanrısal miraç kurumu sadece peygamberler için değil, tüm insanlara tanınmış tanrısal fıtri bir haktır.”

Kundalinisini kaldıran Mesih olur demişsiniz ve bunu Kundalini vaftizi olarak tanımlıyorsunuz. Nedir Kundalini vaftizi? Bunları biraz açabilir misiniz?

Kundalini vaftizi, “Ruh”un hak eden kişiyi içinden uyanarak, hikmetle kutsamasına bir benzetmedir. Hz. Muhammed de Mesih olan İsa örneğinde görüleceği üzere ruhen iç aydınlanmasını yaşamış ve bu aydınlanmanın hikmeti olan Kuran-ı Kerim mesajını vermiştir. Hz. Muhammed’in ‘Mustafa’ ismini miraçta aldığı, Kuran’da Sad suresinde de geçen ‘temizlenmiş, arınmış, seçilmiş’, anlamlarına geldiği bilinmektedir. Hz. Muhammed, Necm suresinde yazan miracında, ruhsal yükselişinde hakikati müşahede ederek çok yakından şahit olmuş ve aynı öze ait cevherin Hz. Ali’de de faaliyette olduğunu gördüğü üzere “Ali ile ikimiz bir tek nuruz” ifadesini söyleyerek gerçeğe atıfta bulunmuştur. Hz. Muhammed tanrısal miracını yapan bir kişi olarak Makam-ı Mahmud’a yükselmeye hak kazanıştır. Mahmud makamı denilen kutsiyet, övülen özdür ki kişinin özü ile birleşmesine, “O”na katılmasına, “O”nu temsil etmesine işaret eder. Tanrısal miraç kurumu sadece peygamberler için değil, tüm insanlara tanınmış tanrısal fıtri bir haktır. Gerçek böyle olmasaydı kâlp-fuâd gözü, 3. göz, vicdan sesi, son peygamber olarak Hz. Muhammed’in dünyadan ayrılmasından sonra tüm insanlarda kapanarak işlevini yitirir, Kundalini enerjisi de faaliyetine son verirdi! Hz. Muhammed ‘Anne’, ‘Sekine’ makamındadır, diğer yarım dediği Âli de “Ruh” makamındadır. Hz. Muhammed; ‘bana gelmek isteyen Âli’ye gitsin’, ‘Ben ilmin şehri isem Âli’de kapısıdır, şehre kapısından girin’, demektedir. Bu benzetmeler içyüzünde ruhsal gerçeklere açılan, üzerinde düşünülmesi gereken önemli işaretlerdir. Hz. Muhammed bir ganimet olan ‘Zülfikâr’ isimli kılıcı Hz. Âli’ye vermiştir! İki çatallı kılıç, bir simge olarak Hz. Âli’nin de iki tanrısal gücü faaliyete geçirdiğine bir göndermedir. Hz. Âli de Tynalı Apollonnios gibi başına kırmızı bir bez parçası sarmıştır! Bu mesaj yine simgesel olarak; ruhsal gücümü-enerjimi (Kundalini) başıma kaldırdım’, demektir. Bu ruhsal veya tanrısal olaya kişi bazlı değil de evrensel ruhsal yaşanırlık penceresinden bakarsak, Kundalini enerjisinin faaliyete başlamasına Kundalini vaftizi denir ki faaliyetine başladığı kişi o ana kadar olan yaşamına baktığında bu farkı açıkça iç kıyametini yaşayıp görmekte, kendi özü olan ruhu tarafından kalbinde saklı 3. Gözünden, “Fuâd”ından (Anahata çakra) kutsandığını idrak etmektedir…

“Yaşarken özünü bilmek, onu bulmak, görmek kıyamettir. Bu kıyam, ayağa kalkış, özü olan enerjisinin, yani Kundalisinin başa doğru yükselerek Ruh ve Sekine’nin hükümran olmasıdır.”

Bu süreç bir kıyam, kıyamet midir? İnsan kendi nefsini görmeden bu makama eremiyor.  Yani kendi cehenneminden geçmeden cennete varamayacak olunmasının sebebi ve işaret ettiği tanrısal yasa mıdır?

İnsanın kıyameti ölüm veya ermektir. İnsan evrensel kıyameti görecek kadar uzun ömürlü değildir. Bu sebeple, Hz. Muhammed; “Ölen insanın kıyameti kopar”, demiştir! İnsanı ilgilendiren kendi kıyametidir. Yaşarken özünü bilmek, onu bulmak, görmek kıyamettir. Bu kıyam, ayağa kalkış, özü olan enerjisinin, yani Kundalisinin başa doğru yükselerek Ruh ve Sekine’nin hükümran olmasıdır. İnsanın kıyameti, kişinin iç boyutta apaçık deşifre olması, her şeyinin açığa çıkması, görünür olmasıdır. “İnsan o gün nefsini görür” ayeti yaşanacak bu olaya işaret eder. Fizik ölümde tanrısal “Ruh”, Can ve Nefs beden dışına çıkar, kişi yaşamında yaptıklarıyla yüzleşir ve bu yüzleşmeden sonra eylemlerinin hesabı sorulur, yargı sonunda oluşan sonuca göre ahret denilen yaşamı başlar tâ ki tekrar hak ettiği donanımla dünyaya gelesiye kadar devam eder. İnsanlar dünyada yaptıkları eylemlerine göre cennet veya cehennem yaşamlarını kazanırlar. Cennetlik veya cehennemlik olmak insanın kendi elindedir. Bu sebeple hakikat yolunda; ‘kendinden kendine’ denilen bir deyiş bu gerçeğe işaret eder. Okült tespitlere göre Ay ile Dünya arası karanlık ve oldukça sıkıntılı, Ay ile Güneş arası aydınlık, huzurlu alan olarak kabul edilir. Aydınlığa giden yol karanlık alanın içinden geçer! Bu sebeple Kuran’da; ‘sizden cehenneme uğramayacak yoktur’, denir! Kuran’da süptil Ay ruhları, görevliler için “Araf ricali” adıyla işaret edilir. Hz. Muhammed miracında/ruhsal yükselişinde 1. Gök olan Ay’da Âdem’i gördüğünü söylemiştir! Kuran- Kerim karanlıkta kalan ölmüş insan varlıklarının önlerinden geçerek aydınlığa gidenlere “durun da ışığınızdan faydalanalım”, dediğini, bunun üzerine aydınlığa gidenlerin de onlara; “bıraktığınız ışığı dönün de ardınızda arayın”, dediklerini yazar. Bu, ‘geriye, dünyaya dön de ışığını imal et, karanlıkta kalma’, demektir! Tanrısal ışık dünyadan kazanılır, bu da dünya yaşamının önem ve değerine işaret eder. Dünyevi eylemler iç boyuta ait yaşamın kalitesini belirlemektedir, eylemlerimize çok dikkat etmemiz gerekiyor, bu sebeple tanrısal has mürşit olan vicdanın eşliğinde yol almak büyük önem arz ediyor.    

Tanrısal mesajların çıkış noktasına gidersek… İnsanlığa tanrısallık veya din adı altında ulaşan öğretilerin odak noktası Hermetik öğreti mi? Hermetik bilginin, Mısır mabetlerinde verilen Osiris öğretisinin günümüz ruhsallığına olan katkısı ve etkisi nedir?

Tarih verilemeyecek kadar eski dünyadan inisiyasyonlarla aktarılan kutsal-ruhsal öğretilere ve gümümüzde elimizdeki tüm verilere baktığımızda ki bunlara sanat tarihi, arkeolojik buluntular, duvar resimleri, kabartmalar da dahildir, Hermetik öğretinin temel taşı olma niteliğini görüyoruz. Bu konuda en eski tarihi bilgi ve isimlerin görsel olarak Eski Mısır’da, yazıt olarak Sumer tabletleri ve çok sonra da Tevrat’ta zikredilmesi, Babil, Kalde ve Mısır dini mitolojisinden, paralel felsefe olarak da Hint ekolünden beslenildiğini gösteriyor. Bunlara göre de Hermetik öğretinin eskiliğini anlıyoruz. Hanok, Enok, İdris, Hermes’e aynı tarihi ve ruhsal kimliğin farklı toplumlar tarafından anılarak paylaşılması, değer verilmesi dikkat çekicidir. Hermetik öğretinin özü kendi hakikatini bilme ve bulma metodu olarak Antik Hint ve Mısır ile aynı ruhsal değerlere çıkmaktadır ki bunu açık ve güvenle Kundalini enerjisinin başa yükseltilmesi olarak, Hermes sopası olan ‘Kadüse’ye, Antik Mısır mabetlerinin duvar resimlerinde yer alan ‘Mısır Kobrası tasvirlerine’, ‘Firavunların başlarında yer alan tanrısal otoritenin simgesi Uraeus’a bakarak söyleyebiliriz. Kadüse ve Mısır kobrası ilerleyen süreçte Musa’nın yılan olan asasına dönüşerek yeni kimliğinle ama, kadim yaşıyla dünya tanrısal öğreti sahnesinin merkezindedir, hep de olacaktır. Eski Mısır’ın Atlantis kökenli olduğu varsayılan Osiris ve İsis öğretisi tanrısal düalitenin metafizik eril-dişil enerjiler olarak izdüşümüdür. Bu öğretinin temel taşları mabetlerin duvar resim ve kabartmalarında Mısır Kobrası, ilk Zülkarneyn benzetmesi olan en eski Mısır tanrılarından iki boynuzlu Khnum, Djed’in dikilmesi yani Kundalini enerjisinin yükseltilmesi, Amun boynuzları, iç aydınlanma tasvirleri, Ölüler kitabında geçen, Hunefer papirüsünde tasvir edilen yargılanma sahnesi ve ölümden sonra görülecek hesaba dair diğer sayısız anlamlı metinler, öğretilerde yer alan bu gerçeğe yeterli antik deliller olmaktadır. Eski Mısır’ın kadim bilgelerinin tanrısal öğretilerinin mirası ilerleyen süreçte Orta Doğu öğretilerine aktarılarak farklı yorumlara dönüşmüş de olsa içlerinde halen yaşamaya devam etmektedir.   

Hz. Musa’nın “Yılan olan Asası”, Kundalini enerjisini uyandırmanın simgesi olarak peygamberlerin sunduğu dinlerin temel tanrısal gerçeği ise, bu noktadan baktığımızda din kavramının yeniden tanımlarsanız, neler söylersiniz? 

Kâinatı yaratan, işleyişi sağlayan Yüce Tanrı en başında ne ise tüm çağlarda da “O” olmaktadır, günümüzde, gelecekte de değişmeden, değişikliğe uğramadan “O” olacaktır. Bu gerçeğe göre “O”, yeryüzünde daha dini öğretiler, peygamberler yok iken, insanları öldüğünde hangi ibadetlerine, hangi disiplinlere göre, hangi yasaya göre yargıladı? Bu konuda sorular çoğaltılabilir. Kuran; “Allah’ın yasası değişmez, yasalarında bir değişiklik bulamazsın”, der! Bu tanrısal ifadeye göre ilk insan neye göre yargılandıysa şu an ölen insan da aynı yasaya göre yargılanmaktadır. Bu değişmez tanrısal yasa, insanın kalbinden konuşan özü olan tanrısal ruhunun dediklerinin ne kadarını yapıp-yapmadığınla doğru orantılı olarak işlemektedir. Din kavramına gelince, bu dünyada uygulanması gereken, ezeli ve ebedi değişmeyen tek evrensel din vardır! Hakikatten uzak yorumlardan kaynaklanan algılarla birçok farklı din kavramı varmış gibi görünüyor oysa, evrensel gerçek ve kalplerden vicdan sesi ile seslenen “Ruh” tektir, işte, asıl bunun en sağlam temel, tek tanrısal algı olarak düşünce ve inançlarda yer alması gerekir. Bu gerçeğe bağlı olarak Hz. Muhammed ve ailesi “İbrahimi Hanif” idi! Bu ve diğer kısımlarda yer alan açıklamalardan sonra bu sorunun asıl yanıtını Kuran’ın vermesi hakkaniyetli olacaktır.

“O halde yüzünü dine bir hanîf olarak çevir; o Allah fıtratına ki insanları onun üzerine yaratmıştır! Allah yaratışına bedel bulunmaz, doğru/sabit din odur ve lâkin insanların ekserisi (çoğu) bilmezler!” (Rum.30.) “Hem sırf hakka yönelmiş hanîf olarak dine yüz tut ve sakın müşriklerden olma ve Allah’ın mâsivasından (Allah’tan gayrı) sana, kendi kendine ne menfaat ve ne mazarrat yapamayacak (zarar veremeyecek) şeylere tapma; eğer taparsan o halde sen şüphesiz nefsine zulmedenlerden olursun!” (Yunus, 105-6.) “Sonra sana vahy eyledik ki: ‘Hakperest (hanîf) olarak İbrahim milletine ittiba et!’ O hiçbir zaman müşriklerden olmadı!” (Nahl, 123.) “İbrahim milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir?” (Bakara, 130.) “De ki; “Allah doğru söylemiştir. Öyle ise dosdoğru, Allah’ı birleyici olarak İbrahim’in dinine uyun. O, müşriklerden değildi!” (Al-i İmran 95.) “İyilik yaparak kendisini Allah’a teslim eden ve İbrahim’in dinine dosdoğru olarak tâbi olan kimseden, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti!” (Nisa, 125.) “Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz. Onların işi Allah’a kalmıştır, yaptıklarını onlara sonra bildirecektir. (Enam, 159.) “Şüphesiz Rabb’im beni doğru yola, gerçek dine, doğruya yönelen ve puta tapanlardan olmayan İbrahim’in dinine iletmiştir” de. (Enam, 161.)

Hz. İbrahim’i kutsayan Melkisedek kimdir, öğretisi var mıdır? Kutsal kitaplarda geçen şekliyle “Melkisedek düzeni” nedir?  Bu ruhsal veya tanrısal öğreti düzeninin Batınî Anadolu İrfanında yeri veya denkliği var mıdır? 

“Melkisedek (Melk-i Sedek) düzeni, disiplini veya yolu”, Hz. İbrahim’in ve İbrahimi dinlerin temeli olan “Dini Hanif uygulama” öğretisine açılan ana kapıdır. Tarihi tanrısal bir figür olan Melkisedek hakkında Batılı Ezoterikçiler farklı yorumlar yazmıştır. Melkisedek profilini incelediğimizde böyle söylenmese de iki tipolojisi olduğunu görüyoruz. Biri Hz. İbrahim’e ve İbrahimî dinlere bağlanan tarihi tanrısal kişiliği, öğreti kökenine bağlı tanrısal yolu veya disiplini, diğeri de Vedik Çağda yaşamış Hintli bir Prens! Kutsal kitaplara baktığımızda Melkisedek ilk defa Tevrat Yaratılış Kitabı’nda iki, İncil’in İbraniler’e Mektup kısmında dokuz ayrı yerde zikredilir. Kuran’da ismi geçmez, ancak öğretisine birçok ayette “İbrahim’in dini” ve “Hanif” ismiyle övülerek bâtınî olarak işaret edilmektedir. Melk-i Sedek’in öğretisine daha derin boyutu ile eserlerimde yer vermiştim. Melk-i Sedek düzeni/tertibi veya disiplini öğretisinin uygulanmasına, onun tanrısal öğretisinin yolundan gidilmesi için yapılan bir atıftır. Kutsal metinlerde yazdığı üzere Hz. İbrahim ve Hz. İsa Mesih’in, bu iki önemli peygamberin Melk-i Sedek’i tanrısal kılavuz aldığını görüyoruz. Bu bakımdan temel ruhsal-tanrısal öğretinin Pîr’i konumundadır! Ona baktığımızda tarihi kişiliğinin değil de tanrısal yetkinliği ve öğretisinin ön plâna çıktığı açıkça görülmektedir. Orta Doğu’da Melk-i Sedek olarak anılan kişi, Veda metinlerinin yazılmaya başlandığı Vedik Çağ (MÖ 1500-500) döneminde yaşamış Kassit Kralının oğlu Prens Melik Sadaksina’dır! Bu sebeple ismini birleşik değil de Melk-i Sedek şeklinde yazıp söylüyorum. Melik Sadaksina’nın öğretisi Antik Bharata Arî Bilgeliği’ne dayanır ki bu da Antik Mısır tanrısal öğretisinde de aynı temel olan ‘Tüm Çağların Gizli Öğretisi Kundalini Enerjisini Uyandırma’ yoluna çıkmaktadır. Hz. İsa Mesih’ten rivayetle; “Çölde Musa’nın yılanı kaldırdığı gibi kaldırın” deyişi, “Hz. Musa’nın Ateş yılanı Asası” olan “Kundalini enerjisinin” faaliyetidir ki bunu da “Melk-i Sedek düzenine uyarak yapın”, yani “Melk-i Sedek’in yolundan giderek gerçekleştirin” demektedir.

Melk-i Sedek öğretisinin Batınî Anadolu irfanında, yani aydınlanma ve uygulamada yer alıp-almadığına gelirsek, Anadolu’da gerçekleşen batınî aydınlanma oluşumunun özüne inmemiz gerekecektir. Bu özde karşımıza ana temel olarak ‘Horasan Erenleri’ kaynaklı ‘Melâmi Sufizmi’ çıkmaktadır ki bunu ilk ‘Hanif Müslüman Erenleri’ çıkartan ve öğretiyi Anadolu topraklarına taşıyan ruhsal ocak olarak kabul edebiliriz. Bu bağlamda buraya kadar bahsettiğimiz evrensel bâtınî tanrısal-ruhsal kültür ve kişisel gelişim uygulamasını, ‘Horasan kökenli Anadolu Erenler Yolu Öğretisi’ ışığında açıp; Tapduk Emre Baba Erenlerin ocağından (Dergah) nasip/el almış Âşık Yunus Emre’nin ‘İlim Kendin Bilmektir’ nefesinin dördüncü kıtasında bulunan ‘Dört kitabın mânâsı, Bellidir bir elifte, Sen elifi bilmezsin, Bu nice okumaktır’ sözleriyle özetlersek, karşımıza Hz. Musa’nın yılan olan asası çıkar! Burada zikredilen “Elif” ile Allah lafzındaki ‘Elif’ harfine bir gönderme yapılır! Dik çizgi olarak yazılan “Elif” harfinin simgesi yukarı doğru yükselmiş ruh olan enerjiye atıftır, bu enerjinin Doğu öğretisindeki adı Kundalini enerjisidir. ‘Elif’ harfi dik olarak aynı zamanda insan varlığında belkemiğinin de simgesidir ki bu simge tanrısal batıni öğretilerde ruhun evi olan kutsal mağara olarak kabul edilir. Hz. Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin ‘Dinle bu neyden’ dediği, ‘Yedi delikli’, yani ‘yedi titreşimin mağarası’ olan omuriliktir. Bu da ‘Yedi Uyurlar’ ve ‘Mağara’ mitlerinde saklı yedi çakranın uyanış ve faaliyetlerine tekabül etmektedir. Bu gerçeğe göre de Hz. Musa’nın asasının gerçekte odun değil, ruhsal-tanrısal işleve sahip belkemiği olduğunu idrak etmekteyiz. Yunus Emre’nin aldığı öğretiden kaynaklı ne kadar önemli bir sırra işaret ettiğini görüyoruz ki yine bu bağlamda ‘İlim Kendin Bilmektir’ sözü, ‘İlim içindeki ruhun olan elifi bilmektir, onu yukarı başa doğru yükseltmektir’ anlamına açılmaktadır. Yunus Emre’ye göre dört kutsal kitabın içyüzünün temel manası bu sır olmakta, dinlerin temelinde de bu sır benzetmelerle anlatılmaktadır. Âşık Yunus Emre’nin de üyesi olduğu ‘Erenler Yolu Öğretisi’ne ait bu gerçeğin doğruluğunu da en güçlü apaçık mesajını da günümüzde müze olan Hacı Bektaş-ı Veli Türbesi Pîr evinde bulunan Âdem-i mânâ sureti (İnsanın tanrısal içyüzü, yaratılışı.) tasvirinden anlamaktayız ki bu tasvirde hermafrodit bir insanın apış arasından (Kök çakra) bir yılan başı çıkmakta, insan varlığının içinde saklı tanrısal enerjiye işaret etmektedir. Bunun bir başka örneğini de Bektaşi Ulularından Kaygusuz Abdal Erenlerin tasvirinde yanında bulunan ağaca sarılı bir yılan olarak görmekteyiz. Tasvirdeki ağaç Kaygusuz Abdal’ın belkemiği, ona sarılı yılan da içinde saklı Kundalini enerjisi olmaktadır. Mühürlenmiş, yani üst üste gelmiş ayak baş parmakları ise “içimdeki iki gücü birleştirip ateş yılanını yukarı kaldırdım” mesajını vermektedir. Bu kadim disiplini açtığımızda, evrensel bilgeliğe dayanan tanrısal ve dini öğretilerin ruhunun, erme (Miraç) gerçeğinin eşsiz tek tanrısal ilke olduğunu görmekteyiz.

Genel bir özet çıkarırsak; “Tanrı sırrının kendi ve anahtarı ‘Kundalini enerjisi’ olan “Ruhtur!” Peki, tanrısal ruhun anahtarını nasıl bulacağız? Vicdan sesine uyup, nefsimizi terbiye ederek arınmış bir kâlpten “Sekine” ile kendisi verecektir! Birçok şeyin özeti sonundadır derler, bu röportajda sorduğunuz sorulara verdiğim yanıtlar bir nebze de olsa Melk-i Sedek düzeni veya öğretisinin açılımı oldu diyebiliriz…       

POZİTİF DERGİSİ 2021/04 tarihli 41. sayıda YAYINLANMIŞTIR

Röportaj: Burcu Öztınaz Kömürlü

 Bektaşi Erenlerinden Kaygusuz Abdal tasviri 

                      Âdem-i mânâ tasviri